******************************************************************************************************************************************
Bu Sitedeki Tüm Yazılar Ücretsizdir. Sadece Sizden İstediğimiz "Allah Bu Siteyi Hazırlayandan Razı Olsun" Amin... Demenizdir.
************************************************************************************************************************************ www.odeveson.blogspot.com adresindeki yazı ve makalelerin Kaynak göstermeksizin Tamamı veya Bir Kısmının KOPYALANMASI YASAKTIR.
Tanzimat Dönemi. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tanzimat Dönemi. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Ocak 2009 Pazartesi Gönderen admin 0 yorum
1.Tanzimat’ta Seyirci ve Tiyatro Anlayışı

Herşey sıfırdan başlamıştı .Oyuncusu, yöneticisi, oyun yazarı nasıl yeni bir pencereyi aralıyorsa ,seyircide onlarla birlikte bu yeni yaşantıyla tanışmak,onu sevmek bir başlangıç yapmak zorundaydı. Bunun ne bilinmedik bir dünya olduğunu, Sefaretnamelerdeki gördükleri tiyatroları ve temsilleri anlatırken Türk elçilik ilişkilerinin çocuksu tanıklamalarından anlayabiliriz, Karagöz, Meddah, oyunu ile koşullanmış Türk seyircisinin, bu yepyeni seyir türünü birden anlayıp değerlendirmesi beklenemezdi.
İlk tiyatrolar ve tiyatro gösterimleri asıl Türklerin yoğun oldukları İstanbul yakasında değil de Beyoğlu’nda başladı. Çoğulukla yabancı dilden olduğu, üstelik yolların ve taşıtların gelişmemişliği, bundan başka güvenlik bakımından da gece sokağa çıkmak tehlikeli olduğu düşünülünce, ancak çok yürekli kimseler bu serüveni göze alabiliyordu.
Beyoğlu bu yıllarda çok karışık ve tehlikeliydi. Kumar yerlerinden çıkan kimseler aynı saatlerde tiyatrodan çıkan halka saldırıyor, parasını çalıyor, bıçaklama gibi çeşitli polis olayları oluyordu. Bununla birlikte Türklerin genede bu gösterilere gitmiş olduğunu Beyoğlu’nun kuzeyinde (Taksim yöresi olacak ) yapılan iki anfiteatra’in seyircilerine ilişkin bilgilerden öğreniyoruz .
İstanbul’un Türk kesimi yakasına tiyatro yapılması oldukca eskidir. Ancak burada tiyatro gösterilmesi daha sonradır. Bununmla birlikte Gedikpaşa’daki Osmanlı tiyatrosunun temsillere başlaması Güllü Agop’tan öncedir.İşte bu tiyatronun bir duyurusu Halkı Beyoğlu’na gitmekten,otel, lokanta güçlüklerinden kurtaracağını belirtiyor. Güllü Agop yönetiminde gösterimler İstanbul yakasında kalıcı ve sürekli olarak başlayınca bu kez Beyoğlu yakasında bulunanların buraya gitmesi güçleşti. Bununla birlikte Ahmet Vefik Paşa’nın Bir Yabancı Dostu yazısında Beyoğlu’nun tiyatro meraklılarının geceleyin uzun yolu göze alarak Gedik Paşa tiyatrosuna sık sık gittiklerini yazıyor. Ayrıca İstanbul yakasının Türk tiyatro toplulukları Beyoğlu ve İstanbul’un başka yörelerinde de gösterimler veriyorlardı.
Tiyatroların içinde çeşitli nedenlerle kavgalar, gürültüler eksik olmuyordu. Kimi kez sahnedeki dinsel bir durum üzerine gürültü çıkıyordu.Ya da arkadaki seyircilerin görünüşe engel olan kadınların şapkaları yüzünden bir tartışma çıkmış, polis işe karışmış, gürültü edenleri zorla çıkartmak istemiş, gösterim durmuş tiyatro da geçici olarak kapatılmıştır. Hükümet bu çeşit olayları önlemek için ya tiyatroyu kapatıyor, ya da arada bir yönetmelik çıkarıyordu.Nitekim gene Naum Tiyatrosundaki olaylar için böyle bir yönetmeliğin çıkarılacağını gazeteden öğreniyoruz.
Seyircinin bir düzene girmesi için kamu çevreleri büyük çaba gösteriyordu.1859’da eski Gedikpaşa Tiyatrosunun yerine, Tatlıkuyu yakınlarında kurulan tiyatro için Meclis-i Vala-i Ahkam-ı Adliye beş bölümlük, 31 ve bir ek maddelik bir tüzük hazırlanmıştır. İşte bu tüzüğün IV.bölümü ve 25,26,27ve 28 maddeleri seyirciyle ilgilidir. Bunlara göre seyirciler salona silah deynek şemsiye ve sarhoş olarak giremiyecekler, seyirciler sigara içmeye ayrılmış yerlerin dışında sigara içmeyecekler, tiyatroya küçük çocuk getirenler çocukların aykırı davranışlarından sorumlu tutulacaklar, ıslık çalmak, bağırıp gürültü etmek, düzen bağına ve görgüye aykırı davranışlarda bulunanlarla, oyuncuların gerektiği gibi oynamasına engel olanlar tiyatrodan atılacaklar, aynı şeyleri yaparlarsa kolluk kuvveti gönderilecek. Perde aralarında ve tiyatronun çıkışında, localara giren yollarda, geçitlerde eğlenmek de yasaklar arasındadır.Bunları yürütecek sorumluların kimler olduğu ve nasıl çalışacakları gösterilmektedir. Kimi durumlarda halkı tiyatroya alıştırmak, tepkilerini doğru yöne çevirmek, tiyatro görgüsü kazandırmak için çabalar olmuştur. Ahmet Vefik Paşa, Bursa Valiliği sırasında kurduğu tiyatroda seyirciye bunları öğretmek için büyük çaba göstermişti.
Ahmet Vefik Paşa Bursa Valiliğinden azli ,gazetelerde yeralmıştı.Bu haberlere göre, Paşaya yönetilen suçlamalar arasında, halkı zorla tiyatroya gönderdiği, kendisi el çırptığında halkın da alkışlamasına izin verdiği, kendisi alkışlamamış da halktan biri oyunu veya sanatçıyı alkışlamışsa Paşanın o kişiyi uluorta azarladığı yer alıyordu.Ahmet Vefik paşa böyle zorlu davranışlarının yanı sıra, aslında sanat bakımından halkı iyiye, güzele alıştırıyordu. Nitekim Bursa’daki bu tiyatro çalışmalarında önemli payı olan Ahmet Fehim Efendi, anılarında, paşanın Moliére gibi önemli yazarların değerli eserlerine sürekli yer verdiğini, Bursa halkının bunları başta yadırgadığını, Paşa Bursa’dan ayrılınca topluluğun melodramlar, hafif eserler oynadıklarını, ama sonraları halkın yanlız Paşanın çevirdiği değeri olan eserleri sevdiğini anlatıyor.
İlk başlarda tiyatrolar da seyircilik kurallarını öğretmek için el ilanları ile uyarılarılarda bulunuyorlardı. Yerlerin numaralı olduğu, başka yerlere oturulmaması, perde aralarında yemek içmek için gidilecek yerler görgü kuralları, salonda sigara içilmeyeceği, gürültü edilmeyeceği gibi konularda bilgi verilmektedir. Ayrıca, abone yöntemi, hizmetçilerin, uşakların efendilerini nerede bekliyecekleri tütün içilmemesi gibi konularda bilgi verilmektedir. Tiyatronun seyirciye karşı sorumluluklarını yerine getirmediğini söylerken bunu yanlız sanat açısından düşünmek gerekir.Seyircinin rahatını, güvenliğini sağlamasıda gerekmektedir. Murat Efendi’nin yukarıda verdiğimiz gözlemlere göre Gedikpaşa tiyatrosunun içinin havasız, duman dolu olduğunu söylemiştik. Seyircilere perde aralarında sigara içecekleri, dinlenecekleri yerler sağlanmış mıdır? Arada bir gazetelerde bu konuda duyurulara raslanmaktadır.
Tiyatrolar seyircinin güvenliği bakımındanda kötü koşullardaydı. Çıkış yerlerinin yeterli olmaması, yangın veya her hangi bir olayda halk için tehlikeli durumlar yaratıyordu.
Seyirci ile ilgili bir sorun da kadınlar ve çocuklarla ilgilidir. Kadınlar kaç göç nedeniyle ya kadınlara özgü gösterimlere gidiyorlar, yada tiyatroıdaki kafesli bölmeler varsa buralarda oturuyorladı. Bununla birlikte, kadının nasıl olursa olsun hiç tiyatroya gitmemesi isteniyordu.1859’da İstanbul Tiyatrosu Yönetmeliğine ek 4 Ramazan 1276 tarihli belgede kadınların içeriye alınması yasaklanıyordu.Güllü Agop’un tiyatrosuna1879’da, kadınlar için kafesli localar yapıldığını ancak tiyatronunun yöresinde hoş karşılanmadığını öğreniyoruz
Zaman zaman bu sorunun ortaya çıktığını bir gazeteden öğreniyoruz.Her şeye rağmen gene de el ilanlarından ya kadınlara özgü temsillerin verildiğini, ya da kadınların kendilerine ayrılmış kafesli bölümlerden oyun seyrettiklerini anlıyoruz. Ancak kadın üzerinde bu denli titizlikle dururken çocukların tiyatroya gitmesinde bir sakınca görülmüyordu. Orta oyunu, Karagöz gösterilerinde en açık sahneleri çocuklar seyredebiliyordu.
Seyircinin bu dönemdeki görünümü çizerken bunun yanı sıra tiyatronun nasıl anlaşıldığını da belirmek gerekir. Hele yepyeni bir yaşantıyı tadan bir toplumun tiyatrosu nasıl olmalıydı, işlevi neydi, tiyatrodan ne bekleyebilirdik? İşte dönemin anlayışı üzerine elimizde üç kesin kaynak bulunmaktadır. Önce basılı oyun metinlerinin öz deyiş veya son deyişlerle yazarların tiyatroyu nasıl anlatıklarını belirten düşünceleri. Sonra süreli yayınlarda eleştiri veya tiyatro üzerine yazılan yazılarda da bu yolda birtakım düşüncelere yer verilmektedir.
Tiyatro anlayışında önce tiyatronun gerekliliği üzerinde duruluyordu. Bu gereksinmede, uygar ülkelerin hepsinin gelişmiş tiyatrosu vardır, bizde uygarlık yolunda olduğumuza göre bizim de tiyatromuz olması düşüncesine yer verilmesinde hemen herkes birleşiyordu.
Tiyatronun işlevinin eğlendirmek mi yoksa, eğitmek, yararlılık mı olduğu kökeni çok eskilere giden bir tartışmadır.Yanlızca bir eğlence olduğunu bu dönemde kimse ileri sürmemiştir. Eğlence ve yarar işlevini birleşiren, bu konuda en doyurucu yazıları yazmış olan Namık Kemal’dir. Diyojen’de imzasız beş yazısı, Hadika’da bir, İbret’te bir, Şark’ta bir ve ayrıca ünlü Celal Mukaddemesi’nde ve başkaca yazı ve mektuplarında hep bu görüşleri yükümlü olarak savunmuştur.
Bu dönemin yazarları, Fransa’da 18. yy Mercier ve Diderot ‘nun kuramlarıyla ortaya çıkan ve Roussau’nun karşı olduğu tiyatronun varlık gerekçesinin ahlaksal ve siyasal yararı olması görüşünü benimsemişlerdir. İlerde göreceğimiz gibi bu görüşlerin sonucu olarak çıkan dram türü de bu görüşe uygun olduğu için benimsenmişti.Yazarlar belki bu kuramları eserlerinde tam uygulayamamışlardır, ama hiç değilse oyunlarının başındaki öndeyişte bu görüşlere yer vererek oyunlarına bir çeşit dokunulmazlık sağlıyorlardı. Öyle ki İstibdat’ın en baskılı yıllarında bile Mınakyan’ın Osmanlı Dram Kumpanyası’nı oynadığı melodramlara dokunulmamış, melodramın başlıca niteliği olan iyilerin iyiliklerinin karşılığını görmesi, kötülerin cezalandırılması bir öğrenek değerinde olarak bu oyunları kurtarmıştır.Sık sık söylenen “tashih-i ahlak”, “mekteb-i irfan”, “mesire-i edeb” nitelemeleri iyice yerleşmiştir.
Oyun konuları ve türlere göre incelemede daha iyi ortaya çıkacak bu sorunların yanısıra , salt tiyatronun benimsenmesini bir uygarlık adımı olduğu, belli bir uygarlık düzeyine erişmek için zorunluğu, ayrıca halkı eğitmekte güçlü bir araç olduğu düşüncesi savunuluyordu.



2.Tanzimat’ta Oyunculuk ve Tiyatro Sanatı

Tiyatronun bir temel öğesi seyirci ise, öteki de oyuncudur. Bu ikisi olmadan tiyatronun varlığından sözaçmak olanağı yoktur.Türkiye’de yeni başlayan Batı tiyatrosu için her şeyden önce oyuncu bulmak güçtü . Türkiye’deki Ermeni azınlığı bu işe önce başlamıştı. Seyirci çekmek için giderek Türkçe de oynamaya başladılar. Ancak, yetişkin Türkçeyi iyi konuşan, profesyonel etkinlikte oyuncu bulmak sıkıntısı dönem boyunca çekildi. Özellikle Müslüman oyuncu gerekliydi.Burada Müslüman kadın oyuncu zaten sözkonusu değildir. Öte yandan Türkler’de eskiye uzanan bir oyunculuk geleneği vardı. Ortaoyunu sanatçıları oyunculuk sanatı bakımından çok yetkindiler. İlk Ulusal Tiyatromuz sayılacak Güllü Agop’un Osmanlı Tiyatrosu özellikle Türk oyuncularına ve Türk yazarların kapılarını açmaya önem verdi. Nitekim tiyatronun daha ilk yıllarında duyuru ve çağrıları etkisini gösterdi.
Güllü Agop’un parmak bastığı sorunlar arasında en önemlisi dil sorunuydu. Oyuncuların çoğunluğu Ermeni, bunların Türkçesi de bozuk olduğundan, tiyatromuzun bu dönemde en çok üzerinde durulan konusu buydu. Özellikle Ermeni oyuncuların metates ve çeşitli telaffuz bozukluklarından örnekler veriliyordu. Örneğin “maşrapa” yerine “marşapa”, “bayram” yerine “baryam”, “ense” yerine “ekse”, “çıplak” yerine “çılbak” ve “evet efendim” yerine “he efendim” denmesi üzerinde duruluyor, bunun yardımla düzeltilmesi için uyarılarda bulunuluyordu. Aynı dergi gene Osmanlı Tiyatrosu‘nda “gayret “yerine “garyet” dendiğini, bu gibi örneklerle bu tiyatroya Osmanlılıkla ilgili hiçbir şeyin olmaması bakımından Osmanlı Tiyatrosu denemiyeceğini söylüyor. Suçu yalnız Ermani sanatçılara yüklemek yanlıştı, oyun yazarlarının ağır, kitapça üsluplu dili ve Müslüman oyuncuların da yanlış Türkçeleri Diyojen’in 161. sayısında suçlanıyor.
Telaffuz konusunda önemli bir adım Güllü Agop’un Osmanlı Tiyatrosu‘nda atıldı. 1873 yılında bir gazetede Gedikpaşa Tiyatrosunun yeniden örgütleneceğini, Raşit Paşa (Suriye Valisi), Kemal Bey (Namık Kemal), Halet Bey, Ali Bey, Nuri Bey ve Güllü Agop’tan oluşan bir kurulun çalışmalarına başladığını duyuruyor. Bunlardan Namık Kemal, Ali Bey bu dönemin önemli oyun yazarlarıdır. Nuri Bey’in bir denemesi vardı. Halet Bey, kimi oyunların çevrilmesine yardım etmişti. Kurul başkanlığına, Vezirlik ve Bayındırlık Bakanlığı yapmış Reşit Paşa seçilmiştir.
Bursa’da Ahmet Vefik Paşa’nın desteğiyle kurulan tiyatroda da böyle bir kurul vardır. Tiyatro Muhibbi Encümeni adını taşıyan bir kurulda Fransız konsolosu, Fransız konsolosluğu çevirmeni, Avusturya-Macar konsolosu, aşar nazırı Vizental, eşraftan (sonra paşa) Rasim Bey, Şakir Efendi, ilerde göreceğimiz gibi bu dönemin en önemli tiyatro yazarlarından Feraizcizade Mehmet Şakir Efendi’dir.
Oyuncuların tiyatro yönetimiyle ilişkileri, aldıkları para da sözleşme ve yönetmelikle düzenleniyordu. Bununla birlikte, oyuncuların inançları, önyargıları kimi kez tiyatronun ana kurallarını hiçe sayarcasınaydı.Örneğin Schiller’in Haydutlar’ı Osmanlı Topluluğunca oynandığında, müslüman oyunculardan Ahmet Necip ile Hüsnü Efendi oyunun Bohemya ormanlarında geçen 2. perdesinde giyimlerinden, sarıklarından vazgeçmemişler, sahneye öyle çıkmışlardı. Bunun gibi Hasan Bedrettin’in Iskat’i Cenin adlı oyunu oynanmak istendiğinde kadın oyunculara çocuk düşürmek konusunu ele almak zor geldiği için oynanamamıştır. Bu ilişkileri düzenlemek için zaman zaman birtakım girişimler olmuştur.
Oyunculukla ilgili önemli bir konu da yetişme olanağı yoktu. Sarayda Muzıka-yi Hümayun bir çeşit okul gibiydi. Burada müzik yanında tiyatro eğitimi de yapılıyordu. Ancak sarayın dışında oyuncular usta – çırak ilişkisi içinde yetişiyorlardı. İlk Ermeni oyuncuların yetişmesinde, öğrenimlerini İtalya’da ve Avrupa’nın başka yerlerinde yapmış Ermenilerin büyük yararı olmuştu.
Yetiştirmede Nestor Noci gibi, Türkiye’de kalan başka yabancıların da büyük katkısı olmuştu, Eti, Eugene Meynadier,hem orkestra yönetmeni hem sahneyekor Solie,dekor sanatçıları Merlo ve Fornari gibi. Müzikli oyunlar sahneye koyan yerli topluluklarda orkestra yönetmenleri de hep yabancılardandı. Bu yabancıların çoğu dışardan bir toplulukla gelmişler, sonra Türkiye’de kalmışlardır. Yerli sanatçıların yetişmesinde, görgü-bilgi kazanmalarında, Türkiye’ye sık sık gelen ve sayıca bol yabancı toplulukların da büyük yardımı oluyordu. Özellikle İtalyan, Fransız, Alman oyuncuları seyretmek, Batı sahnesi üzerine yerli sanatçılara çok şey kazandırıyordu. Bu arada bu dönemde Avrupa sahnelerinin kalburüstü santçıları da gelmişti.
Bu dönemin bellibaşlı oyuncuları arasında Müslüman oyuncuları görelim. Müslüman oyuncuların sahneye çıkması 1847’lerde saray çevresinde olmuştu. Abdülhamit çağında sarayda tiyatronun yönetmeni esvapçıbaşı İlyas Beydi. Ayrıca Müzika-yi Hümayun konutanı Neşet Bey ve Müzika-yi öğretmeni Mehmet Zati (Arca) da çalışmaları yönetiyordu. Oyuncular arasında Kolağası Halil Bey, Vasıf Bey, Garip İhsan Bey, Halim Bey, Nazif, Fuat, Hilmi, Ali İlyas, İsmet Halil, Hakkı, Çerkes Vehbi, Salih, Ömer ve başkaları bulunuyordu. Türk tiyatrosunın II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin başlangıç yıllarında en önemli sahne sanatçılarımızdan biri olan Naşit de burada yetişmişti.
Batılı anlamda ilk Müslüman profesyonel tiyatro oyuncusu Ahmet Necip Efendi(?-1898) Güllü Agop’un Osmanlı Tiyatrosunda oynamştır. Ahmet Fehim, ilk Müslüman oyuncunun kendisi olduğunu, sonra Nuri’nin geldiğini, ama onun gözüpek olmadığı için çabuk çekildiğini söyluyor.
Ahmet Necip’in ilk Türk profesyonel oyuncusu olarak benimsenmesine karşın Ahmet Fehim (1857-1930)’in oyuncu, yönetici, yetiştirici, sahnekor ve dekorcu olarak ilk Türk Tiyatro adamı olduğunu ileri sürebiliriz.
Adlarına rastladığımız öteki Müslüman oyuncular şunlardı: Hüsnü (Ethem), İsmail Hakkı, Mehmet Edip, Selim, Mehmet Vamık, Mustafa Fazıl, İbraim Efendi, Murat Efendi , M.Arif Efendi. Ortaoyunculuğundan gelip bu dönemin tiyatrosunda önemli yerleri olanların başında Hamdi (Kavuklu) Efendi, Küçük İsmail Efendi, İsmail Hakkı Efendi (Büyük İsmail Abdürrezzak), dönem sonlarına doğru Kel Hasan, Ahmet Hulusi, Kemal Efendi, İsmet Fahri, Hakkı Necip vb.
Belli başlı Eremeni oyuncularına gelince, bunlardan kadınlar arasında şu adları sayabiliriz: Yeranuhi Karakaşyan, Vergine Karakaşyan, Aznif Hratca ve Mari Nıvart vb.Erkekler arasında ise ;Bedos Atamyan, Davit Triyans, Karakin Riştuni ve Manuk Sisak vb.
Bu dönemin sahne düzeni bilgilerimiz pek azdır. Önce gösterimlerin fotoğrafları pek azdır, sonra gösterimler eleştirilerinde bu konulara çok az değinildiği için sahne düzeni, dekorlar ve giysiler üzerine yeterli bilgi edinemiyoruz.Yabancı tiyatro topluluklarının gösterimleri sahne düzeni ve tekniği üzerinde yerli topluluklara yol gösterici oluyordu. Ayrıca bu toplulukların sahneyekor için çalışıyorlardı. Noci, Asti, Meynadier Soulie , George Gonnet-Lévy gibi sahneyekorlar. Fornari, Merlo gibi dekorcuların yerli topluluklara çok yardımları olmuştu. Ancak, bu tarihte Avrupa tiyatrosunda bile sahneyekorluk çağcıl anlamda gelişmiş değildi. Dilimize giren rejisör sözcüğü aslında Fransızca’dan girmekle birlikte, bu sözcüğün Fransızca’da anlamı sahne yönetmeni anlamındaydı.
Hemen her tiyatronun demirbaş dekorları vardı. Gelen topluluk bu dekorları oyuna uygun bir biçimde kullanırdı. Ahmet Fehim, Gedikpaşa’da sahnenin sofitasına çekilmiş böyle 95 perde olduğunu, bunların mağra, salon, divanhane, hapishane, mezarlık, meydan cadde, kilise, yoksul odası, zengin odası, kitaplık, deniz, orman ve bahçe gibi kullanıldığını söyler. Çoğunlukla bunları Naum’un dekorcusu Merlo yapmıştı. Henüz kapalı dekor (decor frmé Yahut box set) kullanılmıyordu. Ahmet Fehim bunun ilk Bursa Tiyatro’sunda Moliére’in Okumuş Kadınlar’ı için kurulduğnu (Ahmet Fehim’in ile Triyants yapmışlar) belirtiyor.Ancak sonra bunların güzellerini Şişeciyan gerçekleştirmiştir.


3.Tanzimat’ta Tiyatro Toplulukları

Bu dönemin tiyatro topluluklarına ayırdığımız bu bölümde konunun ağırlığı 1870’te on yıllık bir tekel almış Osmanlı Tiyatrosundadır. Ancak daha Ermenice oynamakla birlikte Türkçe de gösteriler vermiş olan daha önceki topluluklardan da söz açmak gerekmektedir. Ayrıca Osmanlı Tiyatrosu yöneticileri ve sanatçıları bu dönemlerde yetişmişlerdir.Tam bir tiyatro topluluğu olmayıp cambazlık, Ortaoyunu benzeri gösteriler yapan ilk profesyonel topluluklardan Ohannes Kasparanyan’ın kurduğu topluluktan sözaçmak zorunlu olmuştur. 1846 yılında Beyoğlu’nda komiser Muhsin Beyin yüreklendirmesiyle toprak satın alındı, ve tahtadan Avrupa biçimi bir oyun yeri kuruldu, aynı yılın Mayıs ayında gösteriler başladı. Daha çok sirk, kaba güldürüler, Ortaoyunu ve benzeri gösterilerdi. Giderek Dram da oynanmaya başlamıştı.
Topluluğun çalışmaları 1866 yılına dek sürdü; Kasparanyan’da 1867’de öldü. Aramayan topluluğu tiyatro binaları kurması, ilk profesyonel topluluk olması, ayrıca Türk geleneksel tiyatrosuna yakın bir üslupta oyunlar vermesi ve Gedikpaşa Tiyatrosunun tiyatro temsilleri için kullanılmasında önemli bir adım atması bakımından ilginç ve anılmaya değer bir topluluktur.
Kasparanyan topluluğunun Türkçe gösterimler verip vermediğini bilmiyoruz. Bunun için Sırapyan Hekimyan’ı beklemek gerekir. Öğrenimini İtalyan okulunda ve Venedik’te tamamlayan Hekimyan 1857’de yazdığı oyunları bir kitapta topladı.1856’da daha sonra tiyatroculukta önemli kişiler olan sanatçılardan bir topluluk kurdu. Önce İtalyanca ve Türkçe gösterimler verdi. Halka verdiği bu gösterimleri sonra sarayda da sundu.
Vaspuragen topluluğunun İzmir’deki çalışmaları sürerken İstanbul’da tiyatro etkinliği sönüktü. Bedros Magakyan yeni bir topluluk kurdu. Magakyan’ın türkçe oyunlarıda olduğunu biliyoruz. Öte yandan, Ortaköy-Hasanköy çalışmaları sürüyordu. Şark Tiyatro’sunun kimi oyunları ortaya geçti. Saray Şark Tiyatrosuna yardım etti. Altunduryan Kardeşler Alkazar binasını yıkıp yeni bir Tiyatro kurdular adı gene Şark Tiyatrosu oldu. 1866-67’de saray çevresi Şark Tiyatrosuna karşıydı. Ulusçu yazar Mikael Nalbantyan’ın ölüm yıldönümünün kutlaması töreninde siyasal bir anlam görülerek Şark Tiyatrosu kapatıldı.
Osmanlı Tiyatrosu topluluğunun başlangıç ve sona erişinin kesinlikle belirtilmesi büyük güçlükler gösterir. Çünkü Asya Kumpanyası çalışırken Osmanlı Tiyatrosu
vardı ve Türkçe oyunlar da oynuyordu. Başlangıç olarak Asya kumpanyası’nın ilk Türkçe gösteri verişini de ortaya koyabiliriz. Ancak burada topluluğun adı Osmanlı Tiyatrosu değildir. Güllü Agop’un başında bulunduğu toplulukla Türkçe gösteri vermesi de bir başlangıç olamaz, çünkü Vaspurungen Tiyatrosu da Türkçe oynamıştı, bunun başında da Güllü Agop vardı. Belki en sağlam tarih Osmanlı tiyatrosu’na asıl gücünü veren 1870 yılında 10 yıllık Türkçe gösteri verme tekelinin tanınışı olabilir. Bunun gibi Osmanlı Tiyatrosu’nun sona eriş tarihi de karmaşıktır bu tarih on yıllık tekelin sona erişi olabilir.
Gedikpaşa Tiyatrosu, önceleri tiyatroya da yer verilien bir cambazhane gibi kurulmuş üste 1859’da hükümet burayı İstanbul tiyatrosu adıyla tanıyarak ,bir de onbeş yıllık tekel vermişti. Bina zaman zaman değişikliğe uğradığı gibi, yöneticileride zaman zaman değişti. Bu tarihlerde Osmanlı Tiyatrosu bir topluluğun değil, bir tiyatronun adıydı . 1866 yılındaki gösterimlerinde Türkçe olup olmadığını bilmiyoruz. Bina yeniden yapıldıktan sonra bu gösterimler sürüp gitti Keork Karabetyan’ın çevirdiği César Borgia’nın Gedikpaşa’daki Osmanlı Tiyatrosu’nda oynayacağı duyrulmştur. Tiyatro-yi Osmani’nin tiyatronun adı olduğunu, oyunu bu tiyatroda Asya kumpanyasının oynayacağını ve Fransızca’dan çevirenin Karabet Papazyan Efendi olduğunu öğreniyoruz. Güllü Agop’un artık Asya Kumpanyası adını bırakıp, Osmanlı Tiyatrosu adını benimsediği duyurulardan anlaşılmaktadır Leyla ile Mecnun’un oynanışıda duyulmuştur.
1870 yılı bu dönem için önemli bir yıldır. Tiyatrolara ödenekler verme, ayrıca yüreklendirme, isteklendirmenin yanısıra, dönemin başlarında bir ulusal tiyatro kurulması fikri vardı. Bu fikrin girişimcisi Ali Paşa idi. Darülfünun’dan Ali Suavi Efendi, 28 Aralık 1869’da Sadrazam Ali Paşa adına ve onun verdiği yetki ile birkaç yüksek görevli ile birkaç tanınmış kişiyi çağırıyor. Bunlar arasında Türk, Ermeni, Bulgarlar vardı. Toplantının amacı, birlikte düşünerek, anlaşarak bir tiyatro kurmaktır. Tiyatronun adını “Tiyatro-yi Sultani” olması kararlaştırılıyor. Tasarıya göre bu tiyatroda seçkin ve ahlaka uygun oyunlar ve tregedyalar Türkçe, Rumca, Bulgarca ve Ermenice oynanacaktır. Girişim için Pay senedi çıkaracaklar, ayrıca tiyatroyu kurmak için hükümetten 6.Daire bölgesinden arazi istiyorlar.Ancak, bu girişimden sonuç alınamamıştır bunun yerine Güllü Agop’un Osmanlı Tiyatrosu’na on yıllık bir tekel verilmişti.
Osmanlı Tiyatrosu Türkçe oynatma tekeli almakla birlikte Ermenice gösterimler de veriyordu. Basın genellikle bu yıllarda Osmanlı Tiyatrosu’nu destekliyordu. 1872-73 Osmanlı Tiyatrosu’nun parlak yıllarıdır. 1872 yılında Osmanlı Tiyatrosu o zamanlar Nestor Noci’nin yönetimindeki Fransız tiyatrosun’da, Comete Barboloni, Comte de Grimberhe, Ahmet Vefik Paşa ve başka önemli kişilerin koruyuculuğunda gösterimler veriyordu.
Seyircilerin çoğunlukla Harbiye ve Tıbbiye öğrencileriyle subaylardan oluşması basında hoşnutluk yaratmıştır. Telif oyunlarında büyük gelişme görülmüştür. Tiyatroda Türk yazarları oluşturduğu. Dil ve Dramaturgluk çalışmaları yapan Tiyatro Komitesi bu dönemde kurulmuştu. 1874 yılı Güllü Agop’un topluluğu içinde iki tehlikeli rakibin belirdiği yıldır. Güllü Agop 1870’ten başlamak üzere on yıl içinde Türkçe komedya, dram, tragedya ve vodvil oynatmak tekelini elinde tutuyordu. İşte bir yandan bu tekelin müzikli oyunları kapsamadığı bu bakımdan opera,operet bir topluluk, öte yandan tekelin yanlız metne dayanan oyunları içerdiği savıyla Tulat tiyatrosu ortaya ortaya çıktı. Avrupa’da bu tekelin kapsamadığı oyun türleri yeni yeni tiyatroları türediği çok görülmüştür.
Güllü Agop’un tekelini bozan ilk topluluk besteci Dikran Çuhacıyan’ın kurduğu Opera tiyatrosu topluluğu idi. Kırk elli öğrenci ile kendi esri olan Arif’in Hilesi müzikli oyun provalarına başlamıştı. Güllü Agop tekelini ileri sürerek bunu davayla engellemek ister.
1875 yılında Güllü Agop’un tekeline karşı çıkan ikinci rakibin Tulat tiyatrosu olduğunu söylemiştik 1875 yıllında ilgin bir habere rastlıyoruz: Hamdi Efendi yönetiminde Zuhuri Kolu, Moliére’e öykülenen gösterimlere başlamış Aksaray’da bir sıra locası olan 300 kişilik yeni bir tiyatroda, bir İtalyan orkestrasıyla temsiller veriyordu. Erkekler kadın rollerinide oynamaktaydılar. Nitekim gazetelerde bundan sonra “Hamdi Efendi idaresiyle Hayalhane-i Osmani” başlığı altında duyurulara sık sık rastlıyoruz. Ortaoyunculardan oluşan Hayalhane-i Osmani topluluğunun kuruluşu ayrıca tiyatro tarihimizde önemli yeri olan Tulat tiyatrosunun da başlangıcıdır. 1876’da Güllü Agop’un Osmanlı tiyatorsu, bozulmaya, gerilemeye yüz tutmuştur.Önce pandomino toplulukları artmıştır. Bir ara Gedikpaşa’daki topluluğunun Güllü Agop yerine başka bir yönetimin altına girdiği görüyoruz. Kimi duyuruların başında bu gösterimlerin Güllü Agop’un izniyle olduğu belirtilmektedir. Bu arada konumuzun dışında kaldığı için üzerinde durmadığımız Ermeni toplulukları da kurulup dağılıyordu. Güllü Agop 1877 ortalarına dek yönetimini Dikran Kalemciyan’a bırakmıştı. 1877 Türk-Rus savaşının patlak verdiği yıldır. Güllü Agop’un topluluğu bir yandan müzikli gösterimleri yürütürken bir yandan da savaşa uygun düşecek vatanseverlik oyunları ve şarkıları sahneliyordu.
1878-79 döneminde Güllü Agop gösterimleri sürmektedir. Türk-Rus savaşı sona ermiş, barış görüşmeleri sırasında Rus askerleri bir süre Edirne’de kalmıştır. İşte bu sürede Güllü Agop’un oyuncularının hemen hepsi Edirne’ye gitmişlerdi. 1879 yılında önemli bir olay, o yıllıarda Bursa valisi olan Ahmet Vefik Paşa’nın girişimiyle Bursa’da bir tiyatro kurulmasıdır. İstanbul’dan gelen tiyatroculardan Fasulyeciyan, Holas, Fasulyeciyan’ın karısı, Küçük İsmail, Ahmet Fehim, Triyans, Tospatyan, Hiranuş ve başkaları. 1879’da kurulan tiyatro Ahmet Vefik Paşa’nın azledilmesiyle 1882’te kadar sürer. Bu tiyatroda, bu tiyatroya katılmış sanatçıların anılarına göre Moliére’in tüm oyunları gösterilmiştir.
Yeniden 1879 yılına dönersek Güllü Agop gösterimleri sürüyordu. 1880 yılı Güllü Agop için hem on yıllık tekelin, hem de Gedikpaşa Tiyatrosuyla sözleşmesinin sona erdiği yıldır. 1881 yılında Güllü Agop’un artık yönetimi bıraktığı basında çıkan yazılardan ve Güllü Agop’un bunlara verdiği cevaplardan anlaşılıyor. Tiyatro, Mınıkyan yönetimindedir. 1881’de beklenmiyen bir olay, belki de Güllü Agop’un tekelinin sona erişiyle ilgili olabilir. Belediyenin Üsküdar ve Kadıköy’de Türkçeden başka dilde gösterimleri yasaklamış olmasıdır. Gerekçesi Tam anlaşılamamış olan bu yasağın ne kadar sürdüğü bilinmemektedir. 1882’de Mınıkyan Güllü Agop ile birleşti. Tiyatro yaşamı Şehzadebaşı’na kaymıştır.
Mınıkyan’la Küçük İsmail’in birlikte çalıştıkları dönem üzerine elimizde bir Güzel Elen el ilanı bulunmaktadır. Topluluğun adı Osmanlı Tiyatrosu Osmanlı Dram ve opera Kumpanyası’dır. 1892’nin önemli bir olayı Şahinyan’ın kurduğu operet topluluğudur. Topluluk duyurduğu oyunlardan ancak bir kaç tanesini ortaya koyabilme olanağı bulmuş, sonrada dağılmıştır. Bu geçici girişimlerin yanısıra Mınıkyan topluluğu kendi oyun dağları ve oyuncu kadrosunu ile gösterimlerini sürdürüyordu. Abdi’nin Handehane-i Osmani, Kel Hasan’ın Hayalhane-i Osmani Kumpanyası’nın yanısıra KomikArif Efendi’nin Lübyatı Osmani Kumpanyası adını verdiği topluluğun 1894’te duyurularına rastlıyoruz.


4.Tanzimat’ta Tiyatro Binaları

İzmir’de 1830’da bir tiyatronun olduğunu biliyoruz. İstanbul ve İstanbul’un Beyoğlu yakasında gerek eskileri, gerek sürekli bakımından iki önemli tiyatro vardır: Fransız Tiyatrosu ile Naum Tiyatrosu. Ancak Fransız Tiyatrosu üzerine kesin bir bilgimiz yok. Beyoğlu’nda ikinci önemli tiyatro binası Naum Tiyatrosudur. Bosca adında ünlü bir İtalyan gözbağcısı Galatasaray’ın karşısında temsiller vermek üzere bir tiyatro için bir ferman almıştı. Bosca’nun tiyatrosunu yaptığı arazi Michel Naum Duhani adında bir Halep’linindi.
Beyoğlu’nun önemli tiyatrolarından birisi de Fransız Tiyatrosu karşısındaki bugün Saint- Antoine kilisesinin bulunduğu yerdeydi Adı Concordia idi. Cadde üzerinde kışlık tiyatrosu, arkada ise yazlık tiyatrosu vardı. Concordia yıktırtıldı yerine Saint- Antoine kilisesi yaptırıldı.
Yakın yıllara kadar Odeon Tiyatrosu veya Eclair sineması adıyla bilinen, Bu günkü Lüks sinemasıyla ayakta duran ve ilginç bir tarihçesi olan Ağa camii yakınında ki sirk 1871’de Elhamara tiyatrosu adıyla açıldı.1874’de yandı.
1875’de mimar Barborini iki kat balkonu olan bu tiyatro yaptı. Tiyatronun adını önce Verdi Tiyatrosu olması düşünülmüştü. Ancak Veryete Tiyatrosu denildi. Veryete Tiyatrosu çoğunlukla sirkten bozma ve Halep Çarşısı içindeki bu gün tiyatroda olarak kullanılan Veryete Tiyatrosu ile karıştırılmamalıdır. 1877’de Veryete Tiyatrosu hem adını, hem biçimini değiştirdi, adı Eldorado oldu.1897’de Eldorado gene değiştirdi, ve adı ilk düşünüldüğü gibi Verdi Tiyatrosu oldu. Verdi Tiyatrosu yeniden donatıldı. Bundan sonra Odeon Tiyatrosu adını aldı II. Meşrutiyet boyunca hep Odeon Tiyatrosu olarak bilindi.
İstanbul yakasına geçersek burada en öneml tiyatro Gedikpaşa Tiyatrosudur. Gedikpaşa’da önce sirk binası olarak kurulan Gedikpaşa Tiyatrosu, Türkiye’ye çok sık gelmiş olan Souillier cambazhanesi için kurulmuştu. Gedikpaşa Tiyatrosu’nun adı Osmanlı Tiyatrosu oluyor ve sonra da Güllü Agop’un Osmanlı Tiyatro’suna geçiyor. Gedikpaşa Tiyatrosu’nun sona erişi ise1884’te olmuştur.
İstanbul yakasında, Aksaray’da Hamdi Efendi’nin 300 kişilik tiyatrosu, Beyazıt’ta Misafirhane’de Çuharcıyan’ın 800 kişilik tiyatrosu, Şehzadebaşı, Vezneciler’de çoğu kıraathanelerden bozma tiyatrolar ve Sultanahmet’in 1880’de kurulan açık hava tiyatrosu vardı. Üsküdar’daki Aziziye Tiyatrosu İstanbul’un eski tiyatrolarındandır. İstanbul’dan sonra en önemli tiyatro merkezi İzmir’di. İlk tiyatro 1830’da kurtuldu Böylece Ortadoğu’nun halka açık ilk tiyatrosu İzmir’de gerçekleşmiş oldu. 1841’de Euterpe adında küçük bir tiyatro kuruldu Rumların Theatron Samirnes adını verdikleri İzmir Tiyatrosu bunun yakınlarındaydı.
İzmir dışında Adana’da Ziya Paşa’nın valiliği sırasında, daha önce gördüğümüz Bursa’da Ahmet Vefik Paşa’nın valiliği sırasında buralarda birer tiyatro yapılmıştı. Bu sayıların dışında da Anadoluda’da tiyatrolar vardı.
Saray Tiyatrolarına gelince özellikle Çırağan Sarayı ve Dolmabahçe Saray’ındaki geçici tiyatrolar yapılmıştı. Bunlardan önemlileri Abdülmecit’in Dolmabahçe Saray’ı için yaptırdığı tiyatro ile Abdülhamit’in Yıldız Saray’ındaki Tiyatrolarıdır.


5.Tanzimat’ta Dramatik Edebiyat-Yazarlar

İlk Türk oyunu yazarı İbrahim Şinasi (1826-1871) gelmektedir. Gazeteci, şair, denemeci İbrahim Şinasi’nin tek oyunu daha önce Dolmabahçe Saray Tiyatrosu’nda oynamak üzere ısmarlanmış Şair Evlenmesi’dir İbrahim Şinasi ilk Türk tiyatro eserini verdiyse, bu döneme güçlü kişiliğiye her bakımdan damgasını vuran Namık Kemal (1840- 1888) de çağında çığır açan Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Gülnihal, Celalettin Harzemşah ve Kara Bela oyunlarını yazmıştır. Bu eserler öteki yazarları bunlara öykünerek oyun yazmaya isteklendirdiği gibi, Namık Kemal bunlardan başka tiyatro üzerine yazdığı yazılar ve Celal Mukaddimesi ile tiyatro konusunda görüşlerini belirtmiştir, yazarlarla mektuplaşmalarında onlara yol göstermiş, onlarınn eserlerini eleştirerek, düzelterek çağında yazarlar yazarı gibisinden çok önemli bir yeralmıştır. Bu dönemin bir başka tiyatro yazarı Ahmet Mithat (1844-1912)’dir. Çağında pek çok oyun sahnelemiştir Eyvah!, Açık Baş, Ahz-ı Sar yahut Avrupa’nın Eski medeniyeti, Hükm-i Dil, Çengi yahut Daniş Çelebi, Fürs-i Kadide Bir facia yahut Siyavuş , Çerkez Özdenleri, Zeybekler. Şemsettin Sami (1850-1904)’nin üçü de yayınlanmış ve oynanmış oynanmış üç başarılı oyunu vardır. Besa yahut Ahde Vefa, Gave, Seydi Yahya. Recaizede Mahmut Erkem (1847-1931) dört oyun yazmıştır: Afife Anjelik, Afala yahut Amerike Vahşileri, Vuslat yahut Süreksiz Sevinç, Çok bilen Çok Yanlıdır. Ebüzziya Tefik (1894-1893) biri Victor Hugo’nun Angelo’sundan uyarlama Habbibe yahut Semahat-i Aşk, öteki Ecel Kaza olmak üzere iki oyun yazmıştır. Samipaşazade Sezai (1852-1936) ‘nin biri basılmamış Bir Düşmüş Kadın öteki yayınlanmış Şair adlı iki oyunu vardır. Muallim Naci (1852-1837) bir tek oyun yazmıştır; Hazim Bey yahut Heder.
Bu dönemin verimli ve çoğu kez birlikte çalışan yazarları Manastırlı Mehmet Rıfat (1851-1907) ile Hasan Bedrettin Paşa (1850-1911)’dir. Birlikte Temaşa adında, içinde telif ve çeviri 20 kadar oyun bulunan bir dizi yayınlanmıştır. Bu dönemin önemli kişilerinden birisi Ahmet Vefik Paşa (1823-1891)’dir. Gerçi tiyatro eserlerinin hepsi çeviri uyarlama olmakla birlikte Moliére uyarlamalarında gösterdiği başarı ile sanki oyunları yeniden yazmışçasına özgün olabilmiştir. Bu dönemin en önemli oyun yazarı Bursa’lı Feraizcizade Mehmet Şakir (1853-1911)’den söz açmak gerekir. Feraizcizade Mehmet Şakir, Ahmet Vefik Paşa yanında yetişmiş Moliére etkisiyle, özgün yaratı olarak 6 komedya yazmış ve bunları kendi basım evinde yayımlamıştır; Teehhül yahut İlk Gözağrısı, İnatçı yahut Çöpçatan ,Evhami İcab-i Gurur yahut İnkilab-i Muhabbet, KırkYalan Köse ve bunun arkası Yalan Tükendi.
İlk Tragedya denemelerini yapan Ali Haydar Bey (1836-1914)’in üç eseri yayımlamış ikisi Gedikpaşa Tiyatrosunda oynamıştır; Sergüzeşt’i Pevriz, İkinci Ersas ve Rüya oyunu.









6. Tanzimat’ta Oyunlar Türler

Bu dönemin oyunlarını incelerken bunları altı öbekte topladık.
a) Komedyalar
b) Manzum Dramlar
c) Romantik Dramlar
d) Melodramlar
e) Evcil ve Duygusal

a) Komedyalar : Gelenekten gelme yetenekle bu dönemin en başarılı türleri komedyalar ve buna çok yakın müzikli oyunlardır. Ancak ne yazık ki komedya ötekilere göre az yazılmış, bunlar içinden sahneye çıkanlar daha az olmuştur. Bu dönemin en başarılı komedya yazarı Feraizcizade Mehmet Şakir olduğunu belirtmştik. Dolantıları kurmada, karakterleri canlandırmada, çağın törelerini, düşüncelerini vermede usta bir tiyatro yazarı olan Mehmet Şakir, dili bakımından da çağın çok ilerisindedir.
b) Manzum Dramlar : Manzum dramlar diye bir tür yoktur. Ancak, bu dönemin yazarlarından tragedya yazmayı isteyenler tragedyanın gerektirdiği kuruluşu, çatışmayı, izlenim ve etkiyi gerçekleştirememişlerdir. Bu çabanın sonucu ortaya çıkan eksik (ya da taslak tragedyalar) <> yerine <> demeyi yeğlemişlerdir. Artık ömrünü yitirmiş tragedya türüne Avrupa yazarları bile bocalarken, bizim yazarlardan başarılı sonuç beklemek gereksiz olurdu.
c) Romantik Dramlar: Bu dönem üzerinde Romantik Akım en büyük etkiyi yapmıştır. Burada yanlız belirli, sınırlı bir dönemi Hugo Romantikliğini düşünmemeli. Hugo’nun büyük etkisi altında olmasına ramen, bu dönemin romantik dramlarının yanlız bir örneğe dönük olduğu söylenemez Romantikliğin temeli özgürlüktür: klasiklik, mantık, gerçekçilik ise olaysal gerçeklerle bağlı iken romantiklik bu bağların hiç birini tanımaz. Bu dönemin romantik dramlarını incelerken belli bir romantik örnekten çok Avrupa tiyatrosunda Ortaçağ dinsel dramlarında Elizabeth İngilteresi ve İspanyol Altın çağına; Schiller, Goethe, Hugo’dan Elmond Rostand’a geniş bir gelenek düşünülmelidir.
d) Melodramlar: Gerek yabancı gerek yerli toplulukların çok oynaması, biçim bakımından belirgin, kesin olması ve çağın anlayışına uygun düşünmesi bakımından bu dönemin en iyi tanınan türü melodramlardır. Bunlar romantik dramlarla duygusal dramlara da büyük yakınlık göstermekte birlikte bu dönemin incelediğimiz kimi melodramları bu iki tür arasında bocalamasına rağmen örneklerin çoğu melodram türüne uygundur.
e) Duygusal ve Evcil Dramlar : Duygusal ve evcil dramlar bu dönemin başarısız olmakla birlikte en özgün türüdür.Yazarlar bu türde bir ölçüde gerçekçi olabilmiş, evcil ve toplumsal dramlar yolunda ilk denemeleri yapmışlardır. Bunlarda göreneklere körü körüne bağlılığın , aile reislerinin ve gençlerin kumara, içkiye, eğlenceye düşkünlüklerinin, çok evliliğin, yaşlı erkeklerin genç kızlara düşkünlüğünün, esirliğin, kaçgöçün olumsuz sonuçlarıyla, gençlerin sevgilileri ve evlenmeleri gibi konularda toplumsal sorunlara parmak basmıştır.
f) Müzikli oyunlar : Bu dönemin en başarılı türü, güldürü, opera, operet, vodvil biçiminde yazılmış müzikli oyunlar olmuştur. Bu başarının iki nedeni olabilir: Önce eski geleneksel tiyatromuzda müzik, dans ve güldürünün bir karışımı olduğu için yazarlar ve seyirciyi beğenisi bu türe yatkındı. Sonra da önce gördüğümüz gibi, Batı tiyatrosuyla tanışıklığımızda yabancı toplulukların karşımıza çıkardığı örneklerin en iyileri dramatik tiyatrodan çok lirik tiyatrolardı. İstanbul’da da yabancı besteci ve yazarlar operalar, müzikli oyunlar yaratmışlar ve bunları ilk kez İstanbul’da sahneye koymuşlardı.
Etiketler:
Gönderen admin 0 yorum
TANZİMAT GAZETECİLİĞİ

Tanzimat’la gelen, halkın okuyuş oranında gelişen Türk gazeteciliği, Türk gazeteciliği, Türk Edebiyatı’nın yepyeni bir döneme girmesini sağlar. Makale, fıkra, haber, röportaj, sohbet, mülakat, anı, gezi, şiir, inceleme, eleştiri, deneme, hikaye ve roman türlerinin gelişmesinde gazeteciliğimizin etkisi büyük olur.
Gazete, her gün bir toplumdan, bir sorun üzerinde fikir ve görüşe sahip ikinci bir toplum çıkarabilecek kudrette bir çözümleme ve birleştirme organıdır. Gazete sahifeleri her gün yüz binlerce insanın beraber toplanıp, beraber düşündükleri, konuştukları bir toplantı meydanıdır. Demokratik toplumların hayatında en önemli rolü fikirler oynamaktadır. Fikir özgürlüğünün her yerde kişiler, çeşitli olanak ve araçlardan faydalanarak, fikirlerini savunmak isterler. İşte bu araçların en önemlisi ve en etkilisi gazetedir. Gazete dünyadaki bütün olup biten olayları günü gününe halka bildiren, haberleri kendi görüşü ile yorumlayan, ufkumuzu her türlü bilgiler vererek genişleten düşüncelerimizi aydınlığa götüren, halkı dar görüşten kurtaran basılmış kağıtlar topluluğudur.
Tanzimat gazeteciliği; halkın görüşüyle birlikte edebiyatı da değiştirir.
Çünkü günlük yaşamın gazeteyle ön plana geçmesi, edebiyatımızda da etkisini gösterir. Bu gazeteleri okuyanlar, Batı’dan yapılan roman çevirilerini izleyenler, yeni br dünya görüşüyle karşılaşırlar. Eski yaşamın, tüm olarak dine göre düzenlenen kurumlarla fikirleri, Tanzimat sonrası gazeteciliğiyle dinamikleşir.
Tanzimat’ta yayınlanan gazetelerin sayısı yetmişe yaklaşırken, dergiler yüzü geçer. Tanzimat Edebiyatı’nın oluşmasında, yeni Türk nesrinin doğmasında en büyük rolü oynayan, en önemli görevi yüklenen gazetelerle dergilerin belli başlıları: Takvim-i Vekayi(1831), Ceride-i Havadis,(1840), resmi gazetelerle; Namık Kemal’in yayınladığı İbret(1871); Hadika(1872) Ali Suavi’nin yönettiği Muhbir(1866); Ahmet Mithat’ın çıkardığı Devir(1872); Sıraç(1873); Vakit(1875); Ebüzziya Tevfik’in Mecmua-i Ebüzziya(1879); Hazine-i Fünun(1882); Gayret(1886), Asar(1886), Maarif(1890), İkdam(1894) gazete ve dergiler Tanzimat Edebiyatı’nı oluşturan kaynakların başında sayılabilir.
Tanzimat şairleri ile yazarlarının hemen hepsi gazetecilik, dergicilikle ilgilidirler. «Umum tarafından anlaşılmakla» amaçları burdan gelmektedir. Edebiyat dergilerinin çıkışı gazetelerden sonra geldiği için, ilk edebiyatla ilgili yazılar gazetelerle yayımlanır. Bu yüzden; Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat, Ahmet Vefik Paşa, Ebüzziya Tevfik, Şemsettin Sami, Recaizade Mahmut Ekrem... gazetecilikle edebiyatı kaynaştırırlar
Etiketler:
Gönderen admin 0 yorum
3 Kasım 1839'da Sultan Abdülmecid'in sadrazamı Mustafa Reşid tarafından Gülhane Parkı'nda yabancı devletlerin elçileri ve büyük bir halk topluluğunun huzurunda okunan, kişilerle devlet arasındaki ilişkilere hukuki yönden yenilikler getiren, şeriata dayanan eski yasaları tamamen değiştirmeyi öngören, Tanzimat-ı Hayriye adı verilen ıslahat hareketinin siyasal ve hukuki yönden teminat altına alan belge.

Yeniçeri Ocağı'nın bozulmaya başlaması nedeniyle Sultan II. Mahmud döneminde başlayan yenilik hareketleri ve Sultan Abdülmecid'in tahta çıkar çıkmaz ıslahat hareketine devam etmek amacında olduğunu göstermesi Osmanlı Devlet yapısındaki değişmin başlangıcıydı. Sadrazam Mustafa Reşid Paşa, Gülhane Hatt-ı Hümayununu Padişah adına kaleme almış; devlet ve birey arasındaki ilişkilerde devletin modernleştirilmesi amacına dayanan temel ilkeler kabul ve ilan edilmiştir. Tanzimat Fermanı'nın tam metni şöyledir ;

Herkesin bildiği gibi, devletimizde, kuruluşundan beri Kuran'ın yüce hükümlerine ve şeriat yasalarına tam uyulduğundan, ülkemizin gücü ve bütün tab'asının refah ve mutluluğu en yüksek noktaya çıkmıştı. Ancak, yüz elli yıl var ki, birbirlerini izleyen karışıklıklar ve çeşitli nedenlerle şeriata ve yüce yasalara uyulmadığından evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayıflık ve fakirliğe dönüştü. Oysa, şeriat yasaları iel yönetilmeyen bir ülkenin varlığını sürdürebilmesinin imkansızlığı açık seçik ortadadır.

Tahta geçtiğimiz mutlu günden bu yana bütün çabalarımız, hep ülkenin kalkınması, ahalimiz ve fakirlemizin refahı amacına yönelik oldu. Eğer, yüce devletimize dahil ülkelerin coğrafi konumu, verimli toprakları ve halkının yetenekleri gözönünde tutularak gerekli girişimler yapılırsa, yüce Tanrı'nın yardımı ile, beş-on yılda kalkınabileceğimiz söz götürmez.

Ulu Tanrı'nın yardımına ve Peygamberimiz hazretlerinin ruhaniyetine sığınarak, yüce devletimizin ve ülkemizin iyi bir biçimde yönetilmesi için bundan böyle bazı yeni yasalar çıkarılması gerekli görüldü.

Söz konusu yasaların başında can güvenliği; ırk, namus ve malın korunması; vergi toplanması; halkın askere alınıp silah altında tutulma süresi gibi hususlar gelmektedir. Şöyle ki; Dünyada can, ırz ve namustan daha kıymetli birşey yoktur. Bir insan bunları tehlikede görünce, yaradılıştan kötü olmasa bile, canını ve namusunu korumak için olmadık çarelere başvurur. Bunun devlet ve memlekete zarar vereceği açıktır. Buna karşılık, can ve namustan emin olan bir kimse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz, işi ve gücü ile devletine ve milletine yararlı olur.

Mal güvenliğinin olmadığı yerde ise kimse devlet ve ulusuna ısınamaz, ülkesinin yükselmesi ile ilgilenmez, hep korku ve üzüntü içinde yaşar. Buna karşılık, malından, mülkünden emin olmadığı zaman hep kendi işi ve işinin genişletilmesi ile uğraşır. Devlet ve millet gayreti, vatan sevgisi kendisinde her gün artar.

Vergi konusuna gelince: Bir devlet, ülkesini korumak için askere ve gerekli öbür masraflara muhtaçtır. Bu, para ile olur. Para, tab'adan toplanacak vergiler ile oluştuğundan bunun en iyi şekilde toplanması gerekir.

Evvelce gelir sanılmış olan "yed'i vahit" belasından ülkemiz hamdolsun, kurtulmuşsa da yıkıcı bir yöntem olup hiçbir zaman yararlı sonuç doğurmamış olan iltizam usülü hala sürüyor. Bu, ülkenin siyasi işlerini ve mali konularını bir adamın keyfine, hatta cebir ve zulmüne teslim etmek demektir. Bu adam iyi bir insan değilse hep kendi çıkarına bakar, bütün davranışlarında kötülüğe, zulme yönelir. Bu nedenle, ülkemiz insanlarının her biri için, malına ve gelirine göre bir verginin saptanması ve kimseden bundan fazla birşey alınmaması gerekir. Yüce devletimizin karada ve denizdeki askeri masrafları ile öbür masrafları yasalarla belirlenip sınırlandırılmalı ve uygulama ona göre yapılmalıdır.

Askerlik de, yukarıda belirtildiği gibi, önemli konulardan biridir. Ülkenin korunması için asker vermek halkın başlıca borcudur. Fakat, bir memleketin mevcut nüfusuna bakılmaksızın, şimdiye kadar yapıldığı gibi, kiminden tahammülünden çok, kiminden az asker alınması hem düzesizliğe; hem tarım, ticaret ve bayındırlık işerinin kötü gitmesine; hem ömür boyu askerlik bıkkınlığa; hem de nüfusun azalmasına yol açar. Bu nedenle, her memlektten alınacak asker miktarı için uygun yöntem konulmalı ve dört veya beş yıl hizmet için sıra ussulü getirilmelidir. Bunlar yapılmadıkça devletin kuvvetlenip gelişmesi, huzur ve asayişin sağlanması mümkün olmaz. Bütün bunların dayanağı yukarıda açıklanan hususlardır.

Bu nedenle, bundan böyle suç işleyenlerin durumları şeriat yasaları gereğince açıkca incelenip bir karara bağlanmadıkça kimse hakkında, açık veya gizli, idam ve zehirleme işlemi uygulanmayacaktır. Hiç kimse, başkasının ırz ve namusuna saldırmayacaktır. Herkes malına, mülküne tam sahip olacak, bunları dilediği gibi kullanacak, bunu yaparken de devlet büyüklerinin müdahalesine uğramayacaktır. Birinin suçluluğunun saptanması halinde mirasçıların o işle ilgileri bulunmayacağından suçlunun malları elinden alınıp varisleri miras hakkından yoksun bırakılmayacaklardır.

Yüce devletimizin tab'ası Müslümanlarla öbür uluslar bu haklardan tam yararlanacaklardır.
Can, ırz, namus ve mal konularında, ülkemizin tüm halkına şeriat yasaları gereğince garanti verilmiştir. Öbür konularda da oybirliği ile karar verilmesi için, Meclisi Ahkam-ı Adliye üyeleri gerektikçe artırılacaktır. Yüce devletimizin bakanları ile ileri gelenleri belirli günlerde orada toplanarak, görüşlerini çekinmeden açıkça söyleyeceklerdir. Can, mal güvenliğine ve vergilerin belirlenmesine ait yasalar böyle hazırlanacaktır.

Askerlikle ilgili konular Bab-ı Seraskeri Dar-ı Şurası'nda görüşülüp karara bağlandıktan sonra sonsuza dek uygulanmaları için tasdik edilmek üzere tarafıma gönderilecektir. Söz konusu yasalar sırf din, devlet, ülke ve ulusu kalkındırmak amacı ile çıkarılacaklardından bunlara tam uyacağımıza yemin ederiz. Bu konuda, Hırka-i Şerife odasında, tüm din adamları ile bakanların hazır bulunacakları bir sırada yemin edecektir.

Din adamı ve vezirlerden yasalara aykırı hareket edenlerin, kanıtlanacak suçlarına göre, rütbelerine ve hatır ve gönüle bakılmaksızın cezalandırılmaları için özel ceza yasası çıkarılacaktır.

Memurlara yeterli maaş bağlanmış olup, henüz bağlanmış olanlarınkiler de belirlenecektir. Bu yolla da, şeriata aykırı olan ve ülkenin gerilemesinde başrolü oynayan rüşvet belası güçlü bir yasa ile ortadan kaldırılmış olacaktır.

Bütün bu sayılan hususlar eski hükümlerin tümden değiştirilmesi demek olacağından işbu fermanımız İstanbul halkına ve ülkemiz halkına duyurulacaktır. Bundan başka, dost devletlerin de bu yönetimin sonsuza dek uygulanmasına tanık olmaları için fermanımız, İstanbul'daki tüm büyükelçilere resmen bildirilecektir.
Etiketler:
Gönderen admin 0 yorum
TANZİMAT EDEBİYATI 'NIN GENELÖZELLİKLERİ
Tanzimat edebiyatı, Batı kültürüyle yetişen kimselerin Tanzimat devrinde Batı edebiyatını örnek tutarak meydana getirdikleri edebiyattır.
Bu edebiyat siyasî Tanzimat’ın ilânından yirmi yıl kadar sonra 1860’ta, Şinasi’nin Agâh Efendi ile birlikte Tercümân-ı Ahvâl gazetesini çıkarmalarıyla başlamış, 1895’e kadar sürmüştür.
Tanzimat edebiyatının başlıca özellikleri şu noktalar üzerinde toplanabilir:
a. Tanzimat edebiyatı sanatçıları, Divan edebiyatında bulunan şiir, tarih, mektup, v.b gibi edebiyat türlerini Batı anlayışına göre yenileştirmişler; ayrıca, Divan edebiyatında hiç bulunmayan makale, tiyatro, roman, hikaye, anı, eleştirme, v.b. gibi yeni edebiyat türleri getirmişlerdir.
b. Tanzimat edebiyatının özellikle ilk devirlerinde yetişen sanatçıların çoğu (Ziya Paşa, Namık Kemal, v.b...) Montesquieu, Rousseau, Voltaire, v.b. gibi Fransız devrimci yazarlarının etkisi altında kalarak, makale ve şiirlerinde zulme, haksızlığa, hırsızlığa. geriliğe karşı şiddetli bir dille mücadeleye girişmişler; vatan, millet, hürriyet. hak, adalet, kanun, meşrutiyet. v.b. gibi kavramları memlekete yaymaya çalışmışlar, “toplum için sanat” anlayışını benimsemişlerdir. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen sanatçılar ise (Recai-zâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmit, Sami Paşa-zâde Sezai v.b.) toplum işlerine daha az karışmışlar, “sanat için sanat” anlayışını benimser görünmüşlerdir.
c. Çoğu Fransız edebiyatını örnek olarak alan bu sanatçıların bir kısmı Klasisizm (Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Ali Bey, v.b.).bir kısmı da Realizm (Recai-zâde Mahmut Ekrem, Sami Paşa¬zâde Sezai, Nabi-zâde Nâzım, v.b.) akımlarının etkisi altında eserler vermişlerdir.
ç. Tanzimat edebiyatı, Divan edebiyatının tersine olarak, seçkin kişiler için değil, halk için meydana getirilen bir edebiyat olmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bu görüşü benimseyen sanatçılar (Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ali Bey, v.b.) özellikle makale, tiyatro, anı, kısmen de roman türlerinde bu yolda eserler vermişlerdir. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen bazı sanatçılar ise (Recai-zâde Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, v.b.) bu amaçtan uzaklaşmış görünmektedirler.
d. Bu görüşün bir sonucu olarak, dilin sadeleşmesi, konuşma dilinin yazı dili haline gelmesi düşüncesi savunulmuştur. Tanzimat edebiyatının başlıca sanatçıları (Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ahmet Cevdet Paşa, Şemseddin Sami, v.b.) dil konusunda böyle düşünmekle birlikte, hiçbiri eski alışkanlıklarından kurtulup da büsbütün konuşma diliyle yazmış değildir. Sade dil, daha çok, tiyatro; anı, mektup, bir dereceye kadar da makale ve romanlarda kullanılmıştır. Tanzimat edebiyatının ikinci devrinde yetişen sanatçıların bir kısmı ise ( Recai-zâde Mahmut Ekrem, Sami Paşa-zâde Sezai, özellikle Abdülhak Hamit) konuşma dilinden epey uzaklaşmışlardır.
e. Tanzimat edebiyatında en önemli yenilik, nesirde, anlatımın kuruluşunda görülmüştür. Bu edebiyatta söz hüneri göstermek değil, birtakım düşünceleri halka yaymak amacı güdüldüğünden, “seci” ler atılmış, asıl düşünce ile ilgisi bulunmayan doldurma sözlere yer verilmemiş, düşünceler sayfalarca süren uzun cümleler yerine kısa cümlelerle anlatılmaya çalışılmıştır.
f. Tanzimat edebiyatı nazmında şiirin konusu genişletilmiş, günlük hayatla ilgili her türlü olay, duygu ve düşünce şiir konusu olarak seçilmiştir;
İlk zamanlarda Divan edebiyatı nazım biçimlerinin dışına pek çıkılmamış, yeni düşünceler eski biçimler içinde söylenmiş (Ziya Paşa, Namık Kemal v.b.) ise de sonraları eski biçimler büsbütün bırakılarak yeni biçimler kullanılmaya başlanmıştır (Recai-zâde Mahmut Ekrem, özellikle Abdülhak Hamit, v,b.) ; yeni nazım biçimleri ilkin Fransızca’dan yapılan manzum çevirilerde görülmüş, telif şiirlerde çok sonra kullanılmıştır; beyitlerin başlı başına birer bütün olmasıyla yetinilmeyip, bütün mısralar aralarında bir anlam bağı bulunmasına, Divan şiirindeki “parça güzelliği” anlayışı yer yine şiirin baştan sona kadar belli bir düşünce etrafında gelişmesine; yani “konu birliği” ne ve “bütün güzelliği” ne önem verilmiştir: genel olarak aruz vezni kullanılmakla birlikte, Türk’lerin tabiî ve ulusal vezninin hece vezni olduğu anlaşılmış, bu vezinle yazmaya tarafçılık edilmiş (Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Cevdet Paşa v.b), fakat bu istek geniş bir akım halini alamamış, sadece birkaç sanatçı (Ethem Pertev Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Abdülhak Hâmit, Recai-zâde Mahmut Ekrem v.b.) tarafından girişilen birkaç deneme ile yetinilmiştir.

EDEBİYAT-I CEDİDE (SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATI)
Edebiyat-ı Cedide, II.Abdülhamit (hük. 1878-1909) devrinde, Servet-i Fünun dergisi çevresinde toplanan sanatçıların Batı edebiyatı yolunda meydana getirdikleri bir edebiyat hareketidir.
Bu edebiyat, 1896’dan 1901’e kadar sürmüştür. Recai-zâde Mahmut Ekrem, 1895 sonunda, Malûmat adlı bir dergide yazan Muallim Naci izleyicileriyle kafiyenin göz için mi, kulak için mi olduğu tartışmasına girişmiş ve bu gazeteye karşı cevaplarının bir kısmım Ser¬vet-i Fünun dergisinde yayınlamıştır. Servet-i Fünun, Recai-zâde'nin Mekteb-i Mülkiye’den öğrencisi olan Ahmet İhsan Tokgöz tarafından 1891 yılından beri çıkarılmakta idi. Recai-zâde, bunu bir edebiyat dergisi hâline getirmek için Ahmet İhsan‘la anlaşmış ve kendisinin Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi) den öğrencisi olan Tevfik Fikret’i derginin “kısm-ı.edebî ser-muharrirliği” ne getirmiştir. O sırada Mektep ve başka dergilerde yazan ve Recai-zâde tarafını tutan başka gençlerin de 1896’da bu dergi çevresinde toplanmasıyla “Edebiyat-ı Cedide” topluluğu meydana gelmiştir.
Edebiyat-ı Cedide’nin başlıca özellikleri şu noktalar üzerinde toplanabilir:
a. Edebiyat-i Cedide sanatçıları Batı uygarlığına, özellikle Fransa’ya hayranlık göstermişler, Türkiye’nin Avrupalaşma yoluyla yükseleceğine inanmışlar, orada sanat, bilim, ne buldularsa Türkiye’ye aktarmaya çalışmışlar; laik bir zihniyeti benimsemişler ve daima dindışı şiirler yazmışlardır.
b. Devlet ve siyaset konularına dokunmak, vatan, hürriyet, istikIâl, inkılap v.b. gibi, sözcük ve kavramları kullanmak yasak olduğu için, açıkça toplumsal yazılar yazmak olanağı bulunamamış, ancak aşk, merhamet v.b. gibi suya, sabuna dokunmayan temalar üzerinde dolaşılmıştır. (Edebiyat-ı Cedide sanatçıları bu yüzden, daha sonraki devirlerde, memleketi yansıtmamak ve ulusal olmamakla suçlandırılmışlardır).
e. Çağdaş Fransız edebiyatı örnek tutulmuş, hikâye ve romanda Realizm ve Naturalizm, şiirde Parnasizm ve Sembolizm akımlarının etkisi altında kalmıştır; Parnasyenlerin etkisiyle, “sanat sanat içindir” görüşü benimsenmiştir. (Fikret, “toplum için sanat” anlayışıyla de eserler vermiştir).
ç. Tanzimat sanatçılarının tersine olarak, halka seslenmek düşünülmemiş, havasa mahsus bir edebiyat meydana getirilmiştir ; kendilerinin de söylediği gibi ; “Servet-i Fünun edebiyatı umuma avâma mahsus değildir”.
d. Bu düşünüşün bir sonucu olarak, dil konusunda da Tanzimat sanatçılarından daha geri bir anlayışla, konuşma dilinden büsbütün uzaklaşılmış yazı dilinde o zamana kadar kullanılanlardan başka, Arap ve Farsça sözcükleri karıştırarak Türkçe’de kullanılmayan birtakım yeni sözcükler (nahcir [av], şegaf [çılgınca sevgi], tirâje [alâimisema, gökkuşağı] v,b.) bulunup çıkarılmış; Batı ede¬biyatından alınan yeni kavramlar Fars dilinin kurallarıyla kurulmuş birtakım yeni isim ve sıfat tamlamaları (sâât-ı semen-fâm [yasemin renkli saatler], lerziş-i bârid [soğuk titreme], v.b...) ve yeni bileşik sıfatlar (tehi-baht [boş talihli], şikeste-reng [kırık renkli], v.b...) ile karşılanmış: aynen Fransızca’da görü¬len birtakım yeni deyim ve söyleyişler de (el sıkmak, dest-i izdivacını talep etmek v.b.) Türkçe’ye aktarılmış, nesirde Fransızca’nın sözdizimi Türk diline uydurulmaya çalışılmıştır.
e. Benzetmelerle yüklü olan süslü bir dille yazmak, yerli yersiz ah!, oh! gibi ünlemlere fazla yer vermek., ve bağlacını sık sık kullanmak, bir düşünceyi kuvvet¬lendirmek veya ondan dönmek maksadıyla söz arasına evet evt!, hayır hayır! gibi sözcükler sıkıştırmak, ikide bir güzelim!, meleğim! gibi hitaplarda bulunmak Edebiyat-ı Cedide üslubunun başlıca zayıf, yapmacıklı yanıdır.
t. Edebiyat-ı Cedide sanatçıları çoklukla şiir. mensur şiir, hikâye, roman, fıkra ve makale türlerinde yazmışlar, tiyatro türünde eser vermemişler, ancak Meşrutiyetten sonra birkaç piyes denemesine girişmişlerdir.
g. Edebiyat-ı Cedide nazmında, şiirin konusu genişletilmiş, en basit günlü olay, gözlem ve duygular dahi şiir malzemesi olarak kullanılmıştır; yalnız aruz veznine değer verilmiş, Tanzimat sanatçılarının tersine olarak, hece yazan hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır (hece vezni ile yalnız çocuk şiirleri yazılmıştır) ; kafiyenin göz için değil, kulak için olduğu kabul edilmiştir;
Divan edebiyatı nazım biçimleri büsbütün bırakılıp Fransız şiirinde görülen nazım biçimleri benimsenmiş, ya sona, terza-rima ( Fikret: Şehrâyin) gibi Batı edebiyatının klasik biçimleriyle, ya da büsbütün serbest biçimlerle ve serbest müstezatlarla yazılmıştır; vezin zoruyla, sözcüklerin tabiî söylenişlerinin bozulmamasına gayret edilmiştir; nazım nesre yaklaştırılmıştır (Fikret, v.b.) konu ile vezin arasında bir ahenk ilgisi aranmıştır.
h. Hikâye ve roman türünde teknik kuvvetlenmiş (mesela, süs için yazılan gereksiz tasvirler ve konu dışı bilgi vermeleri vak’anın yürüyüşü durdurulmamış, serde yazarın kişiliği gizlenmiştir) ; Fransız realist ve natüralist yazarlarının eserleri örnek tutulmuş; bunun sonucu olarak, hep hayatta görülen ya da görülmesi olanağı bulunan olay ve kişiler anlatılmıştır; vak’alar çok defa İstanbul’da geçirilmiştir. (Abdülhamit devrinde memlekette gezi özgürlüğü olmadığı için, yazarlar memleketin İstanbul dışındaki yerlerini tanımıyorlardı).
Edebiyat-ı Cedide’nin başlıca sanatçıları şunlardır:
Şairler: Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Hüseyin Siret Özsever, Hüseyin Suat Yalçın, A. Nadir (Ali Ekrem Bolayir), Süleyman Nesip (Süleyman Paşa-zâ¬de Sami), İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif), H..Nâzım (Ahmet Reşit Rey), Faik Ali Ozansoy, Celâl Sahir Erozan, v.b...
Nesirciler: Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Safve¬t Ziya. v.b...
Bu devirde, ayrı bir sanat anlayışı yüzünden Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katılmayan sanatçıların en önemlileri şunlardır:
Şairler: Eşref, v.b...
Nesirciler: Vecihi, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim, Safvet Nehizî, v.b...
“Sanat için sanat” anlayışıyla hareket ederek yalnız aydın kimselere seslenen Edebiyat-ı Cedide sanatçılarına karşılık, bunlar Ahmet Mithat geleneğini sürdürerek “halk için sanat” görüşünü benimsemişler, geniş halk topluluğuna seslenmişlerdir.
Etiketler:
Gönderen admin 0 yorum
TAKVİM-İ VEKAYİ

İstanbul'da önceleri haftalık, daha sonra düzensiz aralıklarla yayımlanan ilk Türkçe resmi gazetedir. Umur-u dahiliye, umur-u hariciye, mevad-ı askeriye, fünun, tevcihat-ı ilmiye, ticaret ve es'ar olarak altı bölümden oluşan gazete Fransızca, Arapça, Rumca ve Ermanice dillerine çevriliyordu. Halkı eğitmek ve devlet kararlarını duyurmak amacıyla çıkarılmıştır (1 Kasım 1831 - 4 Kasım 1922).

1808 yılında Sultan II. Mahmud'un emriyle, Beyazıt'ta bugünkü İstanbul Üniversitesi'nin merkez binasında (Bab-ı Seraskeri) askasındaki bir konakta kurulan Takvim-i Amire'de basılmaya başlandı. Gazete, Vakanüvis Esad Efendi'nin yönetiminde, Babıali'den çeşitli kamu görevlilerinin yazar kadrosunu oluşturmasıyla çalışmalarına başladı. 26 Ekim 1831'de gazeteyi tanımak amacıyla yayımlanan iki sayfalık bir broşüre göre Takvim-i Vekayi habercilik yapacak, halkı eğitecek ve devletin uygulalamalrını duyurarak bunlara uyulmasını sağlayacaktı.

Önceleri haftada bir yayınlanması öngörülen Takvim-i Vekayi ilk aylarda düzenli olarak, daha sonraları ise uzun bir süre düzensiz olarak çıktı. Osmanlı Devleti'nin çokuluslu olması nedeniyle Fransızca, Arapça, Farsça, Rumca ve Ermenice olarak çıkan gazete Umur-ı Dahiliye (iç haberler), umur-ı hariciye (dış haberler), mevad-ı askeriye (askeri işler), fünun (bilimler), tevcihat-ı ilmiye (din adamlarının atanmaları) ile ticaret ve es'ar (ticaret ve fiyatlar) olmak üzere altı bölümden oluşmaktaydı.

1860'dan sonra yalnızca resmi belge, tüzük ve duyuruları yayımlanan, 1878'de 2119. sayısından sonra yayımına ara veren gazete, 1891-92'de yeniden yayımlanmaya başladı. Ama padişahın nişan vermesini konu alan bir resmi bildirimde "nişan itası" ifadesi yerine "nişan hatası" olarak dizilince, II. Abdülhamid'in buyruğuyla kapatılmıştır. II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) kısa bir süre sonra yeniden yayımlanmaya başladı ve Kurtuluş Savaşı (1919-1922) sonuna kadar İstanbul hükümetinin varlığı sona erinceye kadar yayımını sürdürdü
Etiketler:
Gönderen admin 0 yorum
TANZİMAT DÖNEMİ EĞİTİM SİSTEMİ

İçtimai kültürü nesilden nesile aktarmayı iş edinen eğitim insanlık tarihinin başlangıcından beri vardır. İnsanlardan ilk öğrenen ve öğreten, ilk peygamber Hz. Adem’di. “Peygamberler olmasa medeniyet olmazdı” hakikatinden hareketle her devir ve zaman ihtiyacına nisbeten bu ilim, irfan, hakikat ve ahlâk timsalleriyle karşılaştı. En son Peygamber Allah'ın Resulü. Ondan sonra bu mânânın kuşanıcıları hakiki veliler. Tarih fedakarlık kelimesinin en üst noktasında insanlığa hizmeti bu insanlardan öğrendi. Eğitimin sosyolojik tarihi bu dikkat üzere ele alınmalı. Türk eğitimin tarihine bakacak olursak:
Orta Asya Türklerinin, göçebe hayatları içinde uyguladıkları eğitim, aşiret geleneklerinin gençlere benimsetilmesi ve tabiat şartlarına gereğince uyulması şeklinde oluyor, savaş ve akın hayatının ihtiyaçlarına cevap veren silah, spor, binicilik, avcılık, hayvancılık bilgileri nesilden nesile görgü yoluyla aktarılıyordu. Türklerin İslamla şereflenmesinden sonra yerleşik hayata geçen Türkler dini eğitimle ve İslami eğitim kurumlarının etkisiyle yetiştirildiler.19 yy ortalarına kadar Osmanlıda eğitim kurumları medreseler, enderun mektebi, mahalle ve sıbyan mektebleridir. Medreseler imparatorluğun en önemli eğitim kurumu idi. Yöneticiler, alimler kadılar vs hep bu müesseselerden yetiştirilmekteydi. Sıbyan mektebleri bugünkü ilköğrenim ihtiyacını karşılayan ve 4-11 yaşları arasındaki kız-erkek karışık eğitime tutulduğu vakıf okullarıdır. Enderun mektebi devşirme diye adlandırılan Hıristiyan çocuklarının eğitildiği yerdi..
Tanzimatla birlikte başlayan eğitimde yenileşme, ileride ihanet odakları olarak anılacak bir batılılaşma hareketiyle paralel gider. Önce Bahrı Humayun, ardından Rüştiye ve İdadiler. Buralarda eğitim verenlerin çoğu Avrupa’dan getirilen ve ordudan ayrılmış kişilerdi. Medreseleri ihya etmektense yeni bir kurum oluşturarak reform hareketi daha kolay gerçekleştirilirdi. Fransız etkisinde ki bu okullar (Galatasaray Sultanisi Mektebi Mülkiye vs ) memur yetiştiren ilk kurumlardı ve tamamen parasızdı. İlk bürokratlar sınıfı, bu kurumlarda yetişenlerin devletten başka iş alanı bulamayışından doğar. Sıbyan mektebleri modernize edilmek istenir, yeni dersler eklenir ancak gerekli verim alınamayınca yeni mektebler açılır ve batılılaşma ihanetinde artık geri dönülemeyecek bir adım atılmıştır. Eğitim eşitliği bozulmuş ve Mektebi iptidai adıyla açılan okullarda varlıklı ailelerin çocukları okumaya başlamışlardır. Ki bu okulların aldıkları eğitimin tamamen Fransız eğitim anlayışının etkisinde olduğunu söylemeye gerek yok. Meşrutiyetle birlikte İslami anlayıştan uzaklaşma gittikçe derinleşir. İstanbul’daki öğretmen okuluna Alman profesörler getirilir, kızlar için İnas Darül-fünunu açılır(1912) ve dini öğretimi laikleştirme çabaları açık açık başlar.
Cumhuriyet dönemi eğitimde yabancılaşma-batılılaşma düşüncesinin önceki eğitim sisteminin reddine varacak derecede benimsendiği dönemdir. Tevhidi tedrisat kanunu(1924) çıkarılarak öğretim birliği adı altında medreseler kaldırılır. Dini eğitim yerine laik eğitim benimsenir. 1927 yılında Arapça ve Farsça öğretimi ortaokul ve lise müfredatından çıkarılmış ve din dersi eğitiminin laik okullarda okutulamayacağı ve anayasaya aykırı olduğu beyan edilmiştir. Yüksek diyanet uzmanları yetiştiren İlahiyat fakültesi ve İmam-Hatip yetiştiren İmam-Hatip okulları (ki o zaman 26 adettir.) iktidarın laik baskıları karşısında fazla tutunamaz. 1934’de İlahiyat fakültesi kapatılır ve yerine İslam incelemeleri enstitüsü kurulur. İmam-Hatip okulları ise 1931 yıllarında ilgisizlik ve parasızlık bahanesi ile kapatılır. 1946’da siyasi konjüktörün değişmesi ile İmam Hatip Okulları ve Yüksek İslam Enstitüleri yeniden açılır. Sayıları 1951’de 7, 1969’da 69, 1993’te 390 kadardı. Bu zaman dilimi içerisinde sürekli siyasi baskı ve istismar aracı olarak kullanılmış ve 28 Şubat süreci diye adlandırılan İrtica paronayasının ayyuka çıktığı demlerde ise kapatılmaktan beter hale getirilir. Tanzimat’la birlikte başlayan süreç böylece tamamlanmış olur. Benimsenen sadece laik eğitim değildir, harf inkılabı yapılır, eğitimde tek kitap kullanımı esas alınır, latin alfabesi kullanımı yaygınlaştırılır. Giyimden sanata, yürüme ve oturma biçiminden yemek yeme ve konuşma adabına kadar yerli ne varsa batılı olanla değiştirilir. Değişime karşı çıkanlar çeşitli bahaneler ve uydurma suçlar ile yargılanır ve cezalandırılır.
Harf inkılabında ileri sürülen bahane 75 yıl boyunca kemalist güruh tarafından pişirilip pişirilip tekrar edilecek olan, öğrenilmesinin zor ve Arap harfi oluşuydu. Oysa hem estetik, hem de zenginlik bakımından dünyanın en zengin dili Arapça idi. Harf inkılabı ile yapılan sadece harflerin değişimi değil bin yıllık bir kültürel mirasın reddiydi... Yeri gelmişken Üstad’ın yıllardır sağır kulaklara fısıldadığı bir suali tekrar etmekte fayda var. “İsmine Arap harfleri denilen, tam on asır Türk medeniyet kadrosunun ifade unsurunu teşkil etmiş ve on asırlık milli irfanın temeli mevkiinde bulunmuş harfler, hakikatte sadece ve kavmi manada Arap harfleri midir, yoksa kavim üstü bir mânâ ile İslam harfleri mi?
Kavim üstü, külli bir şumülle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemeyeceği bir ilim meselesi olan harflere Arap harfi ismini vermek mümkün oluyor da doğrudan doğruya ve münhasıran Latinlerin malı olduğu ilmen sabit harflere nasıl Türk harfleri denilebiliyor.”(1)
Eğitimde eğitici ve vasıflı insan eksikliği, uygulamaların ve inkılapların! uzun süre hayata geçirilmesini zorlaştırmış ve yer yer dünya tarihine traji komik eğitim anlayışı şeklinde yazılacak olaylar gerçekleşmiştir. Medreselerde yetişmiş birçok alimin ipte sallandırılması ve yüzlerce aliminin ülke dışına sürülüşü eğitimdeki vasıflı insan eksiğinin artmasına sebeb olmuştur. T.C ise askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapanları köylerde öğretmen yapmıştır. Bu öğretmenler sadece çocukları değil yetişkinleri de eğiteceklerdi. Köy eğitmenleri adı verilen bu öğretmenler ileride köy enstitülerinin de fikir ve ilham kaynaklarıdır. Köy Enstitüleri ve halk odaları (daha sonra halk evleri) sadece köylerde eğitim faaliyeti yürütüyorlardı. Batılılaşma ideali, batı mandası altında devam ediyor ve devrin imtiyazlı sınıfı İstanbul ve İzmir’de yabancı okullarda öğrenimini sürdürüyordu. 13 milyona varan Anadolu insanı ise bir anda kendini cahil bırakan harf devriminin içinden çıkmaya çalışıyor, bir yandan yenilenen giyim, ahlâk, düşünüş meselelerine uyum sağlamaya çabalıyordu. On yıllar geçiyor eğitimde devrim yapma idealli kafalar bir milleti toptan iğdiş etmenin zafer naralarını atıyorlardı. Çeşitli zamanlarda toplanan milli eğitim şuralarında alınan kararlar uygulanan programı değiştirmekle kalmıyor, bir önceki sistemi tamamen reddedebiliyordu. Kız ve erkek yurtları birleştiriliyor aynı oda içerisinde kız ve erkek çocuklar istihdam ediliyordu. Sinema, radyo vb. telkin vasıtaları kullanılarak halka empoze etmek istedikleri laik batıcı anlayış hedefini bulamayıp halk tarafından kabullenilmeyince iş zorlaşıyor, mecburi eğitim adı altında başta kız çocukları olmak üzere çocuklar ailelerinden koparılıyordu.
Edebiyat ve sanat alanlarında yapılanlar da ilginç bir durum arz ediyordu. Sömürgelere has bir anlayışla okullardan türk musikisi dersi kaldırılmış yerine batı müziği dersi konulmuştu. Bu o kadar ileri götürülmüştü ki 1939 yılında açılan Gazi Eğitim Enstitüsü bölümünde Türk musikisi dersi verilmediği gibi, güzel sanatlar akademisinde uygulanan programlarda da Türk sanatlarına (mimarî, tezhip, nakış) yer verilmedi. 1933’te faaliyete geçen Ankara Devlet Konservatuarında Türk müziği dersi verilmedi. Okullarda batı müziği tarihi, batı edebiyatı tarihi, batı felsefe tarihi okutulmaya başlanıldı. Müslüman fikir ve sanat adamlarından hiç bahsedilmedi, yıllarca yok sayıldı. Milli eğitim ayrıca ne kadar batılı eser varsa tercüme etmeye başladı ve bu eserleri okullarda yardımcı eser olarak okunmasını mecburi tuttu. Hamlet’in kimin eseri olduğunu bilmeyen sınıfta kaldı, Auguste Comte’yi bilmeyen cahil kabul edildi.
Varsa yoksa Batıydı. Yunan felsefesi, Roma hukuku, Hristiyan ahlâkı; bu üçlü yaşam biçimini teşkil eden bütün unsurları barındırıyordu. Öyleyse yapılması gereken bunların hayata geçirilmesiydi. Adı ne olarak anılırsa anılsın (ittihat ve terakki, batılılaşma, çağdaş uygarlık düzeyi, Avrupalılaşma ve son raddede kemalizm) temel gaye bu idi. Avrupa’dan öğretmenler getiriliyor ve bir zaman sonra devletin ileri kadrosunda yer alacak olanlar yetiştiriliyordu. Tanzimat’la birlikte kurulmuş yabancı okullar ve benzeri Türk okulları Cumhuriyetle birlikte gözde okullar olmuş ve varlıklı zengin kesimin çocukları bu okullara gitmeye başlamıştı. Galatasaray sultanisi ve daha sonra Boğaziçi üniversitesine dönüşecek olan Robert koleji bunlardan biridir. Ki Robert kolejinin, Fatih’in İstanbul’u fethetmek için kurduğu hisara nisbeten kurulduğu malum. 1800’lerde başlayan Avrupa’ya eğitim için öğrenci gönderme Devlet ve milletine yabancı, İslam ahlâk ve nizamına düşman, kendi yerli kültürüne küskün aydınlar yetişmesine sebeb oldu. Fildişi kulelerine çekilip, kendi milletini aşağılama, kendi kültürünü horlamaya başladılar. Bunlar yazar (şinasi) devlet adamı (Mustafa Reşit, Fuad paşa, Mithat Paşa ),vezir oldular. Günümüzde yabancı okullar hala ünlerini sürdürmektedirler. Amerikan koleji, Robert koleji, İngiliz lisesi St Joesph, Alman lisesi, Talas Amerikan Koleji, Arnavutköy Amerikan koleji, Özel Gökdil Koleji, Fransız Saint Benoit Lisesi, Fransız Dame de Sionne sadece bunlardan bir kaçıdır. Misyoner okulları denilen bu okullar, öyle hemen aklımıza gelen Hristiyanlık tebliğcileri diye anlaşılmamalı. Kendi ülkelerinin teknoloji, kültür ve dil misyonerliğini de yapmaktaydı bu okullar. Zamanla davranışlar değişmiş, dilimize Fransızca, İngilizce yeni kelimeler girmiş, batılı fikir adamlarının eserleri vasıtası ile düşünme biçimi ve mantık kurguları değişmiştir. Dün mantıksız ve ters gelen bugün artık normal karşılanıyordu. Batılılaşma eğitimi sadece okullarda sürmüyordu. İşyerinde, giyimde, ticarette ve ahlâkta da belirgin şekilde görülüyordu. Çeşitli umumhaneler batılılar tarafından işletiliyor ve sermaye olarak kullanılan kadınlar da ilk zamanlarda ermeni, yunan, bulgar şeklinde seçilirken (1950 ye kadar) zamanla müslüman kadınlar kullanılmıştır. Faiz, hırsızlık, zina suçu, ilgili kanunların yaptırım eksikliğinden dolayı alabildiğine artmış ve radyo sinema gibi telkin vasıtaları ile kadın bir meta ve cinsel sömürü aracı olarak sunulmuştur. Yeni sistem ayyaş ve cinsel sapık bir erkek egemen toplum oluşturmuştur. Bunun sebebi malum çehresiyle T.C eğitim sistemidir.

T.C vatandaşını eğitmekte ki amacını şu şekilde açıklar.
Her Türk çocuğuna iyi bir vatandaş olmak için gerekli temel bilgi, beceri,davranış ve alışkanlıkları kazandırmak; onu milli ahlâk anlayışına uygun olarak yetiştirmek;
Her Türk çocuğunu ilgi istidat ve kabiliyetleri yönünden yetiştirerek hayat ve üst öğrenime hazırlamaktır.(1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanun, Madde : 23)

Milli ahlâk nedir? Bu soru yeterince cevaplanmamış ve Refah Partisi’nin Milli Görüş tekerlemesinden daha vahim bir hale düşmüştür. 1920-1940 arası dönemlerde bunun içi İslam ahlâk ve yaşam biçimin çalınarak doldurulmuş, ancak geçen zaman boyunca, ikili ilişkilere dayanan ve hukuki olarak sorumluluk addeden davranışlar ön plana alınarak hazırlanmaya başlanmıştır. Okullarda yabancı dil derslerinin mecburi kılınması, derslerde yardımcı kitap olarak batılı eser kullanılması, batı müzik ve resim sanatının ders olarak verilip, İslam ve Türk sanatının derslerden çıkarılması ne kadar milli idi? Yabancı dil, bütün okullarda ve mecburi tutulacak kadar niçin gerekli idi? Batılılaşma Türk Dili’ni de yabancılaştırmak istiyordu. Öyle de oldu. Sömürgelere taş çıkartacak bir çabuklukla benimsendi bu yabancı dil eğitimi. Yeri gelmişken, sömürgecilik meselesine, bizi ilgilendiren yönüyle bir bakalım.

“Sömürgecilik üç yönlü bir eylemdir :
Askerle işgal, siyasi sömürgecilik. Buna bağlı ve ya bağımsız,
Ticaret sömürgeciliği,
Kültür ve dil sömürgeciliği.

Bir milletin başka bir millet yönetimine hakim olması, bir milletin başka bir millete neyi nasıl yapacağını buyurması, yasalarını kendinin, yani sömürgecinin isteklerine göre düzenlemesi nasıl siyasi sömürgecilik ise; bir milletin başka bir ülkenin üretim kaynaklarına, alışverişine, genel anlamda iktisadi faaliyetlerine, şu ya da bu yolla hakim olması, daha çok kendi çıkarına uygun genel biçimde düzene koyması, işletmesi nasıl iktisat sömürgeciliği ise, bir ülke yada belli bir ülkeler topluluğu kültürünün başka ülkeye hakim kılınması, bu yabancı kültürün usulleriyle, onun sanat gelenekleriyle sanat anlayışına, örneklerine benzer ve uygun biçimlerde değerlendirilmesi de kültür sömürgeciliğidir. Bu tür sömürgeleşme ortamı bir milletin yurttaşlarının kendini milletine, toplumuna bağlayacak olan özdeşlik duygularının gelişmesini, dolayısıyla sadakat bağlarının oluşmasını daha doğuşta boğup öldüren, ferdin toplumuna yabancılaşmasında en büyük payı olan etkendir. Kültür sömürgeciliği de aracılarına siyasi-iktisadi sömürgeciliğin sağladığından daha azını vermez; bir bakıma daha çok verir. Üstelik denebilir ki en önemlisi, siyasi-iktisadi sömürge aracısının durumunun tersine, kültür sömürgeciliği aracısına önce kendi ülkesinde, sonra da aracılığını ettiği kültürün temsilcisi olduğu ülkelerde saygınlık ün, sözde sanat, fikir, hatta bilim adamlığı ünü, ululuğu sağlar. Çünkü ne türlü yorumlanırsa yorumlansın, siyasi sömürge aracısı buyrultusunda olduğu milletin kuklası, iktisat, para sömürgesi aracısı, diye tanımlanıp anılmaktan yakasını kurtaramaz. Oysa, kültür sömürgeciliğinde aracı ışık tutucu, aydınlatıcı, yol gösterici, ilerici ve kurtarıcı, milletin hizmetinde bir kişi diye yüceltir. Kültür sömürgecisinin kendi gibi milletine tepeden bakar; onun her yaptığı basit, değersiz ilkel ve hor görür; onlara vazgeçilmesi, atılması gereken, utanılacak davranış örnekleri; kültür ürünlerine çirkin, adi, en azından modası geçmiş, çağdışı, ilkel biçim ve örnekler gözüyle bakar. Bu görüşü herkese yaymaya, aşılamaya, bu yönelimini bütün millete benimsetmeye, yani, bütün milleti kendi özüne yabancılaştırmaya çalışır. Çünkü ona değer, para, ün getiren her şeyin temeli bu çaba ile pekiştirilecek, sağlamlaştırılacaktır.” (2)
Anadolu’da ilk üniversite Darul-Fünun adıyla İstanbul’da Osmanlılar tarafından 1863 yılında kuruldu. Daha sonra 1933’te İstanbul üniversitesi adıyla yeniden teşkilatlandırıldı. Bunu diğer üniversiteler kurulması izledi ve günümüze kadar gelindi. İlahiyat fakülteleri ise 1933’te kurulan İslam ilimleri enstitüsünün 1936 lağvedilmesinden sonra 1949’da ihtiyaç nisbetinde din adamı! yetiştirmek amacıyla yeniden kurulmuştur.
Üniversitelerde doçent, profesör, asistan olarak adlandırılan öğretim üyeleri tezlerinde tercümecilik dışına çıkamamışlardır. Ya bir adamın bir görüşü üzerine etraflıca bilgi toplamış ya da tercümeci ve mevzu edindiği şeye dair bir keyfiyet belirtmeyen türden oluşlar içinde bocalamışlar ve belirli bir alanın sınırları içinde kalmışlardır. Ki bu alanlarda bile taklitçilik ve takipçilikten öteye geçememişlerdir. Üzerinde en çok tez hazırlanan konular; Ziraat ve ormancılık, matematik ve fen bilimleri sağlık bilimleri ve sosyal bilimlerdir.
Yine bu doktora meraklısı güruhun para düşkünlüğü ve makam hırsı ahlâk, din, eğitim, not istismarına kadar varmıştır Örneklerini bolca duyduğumuz, sınıfını geçmek için hocasıyla cinsel ilişkiye giren ve hocasının tacizlerine ses çıkarmayan kızlar, ya da birkaç bin markla sınıfı geçebileceğini bilen birinin, hocasına bunu rahatça verişi ve hocasının alışı, doktorasını tamamlamak isteyen öğrencilerin kişilik ve ahlâk bakımından bir keyfiyet belirtmeyen ipsiz sapsız güruhun elinde mahkum oluşu ve çıkışı için, yalakalık ve kendini her çeşit istismara açık bırakmasından başka çare bırakılmayışı T.C üniversitelerinin ruh dünyasını göstermektedir. Dindar veya kemalist hiçbiri bu çizdiğimiz resmin dışında değildir. Başörtülü kızları üniversite kapısına bırakacak tebliğleri okurken “bakın ben sadece bunu okuyorum.” deyip sorumluluğu üzerinden attığını zanneden ve maşa olarak kullanıldığının bile idrakinde olmayan bu zatların, iki kadın görmesinde, üç iltifat yemesinde, bir makam teklifinde nasıl bir ihanet çukurunda debelendikleri herkesçe malum. Oysa beklediğimiz nizamın ölçülendirdiği üniversite profesörü ne muhteşem çizgilere sahiptir. “Eser ve şahsiyet sahibi olmayan,Üniversite profesörü olamaz. En küçük ahlâkı zaafı olan Üniversite profesörü olamaz. Üniversite profesörü, kendini mücerret ve arayıcı ilim ve tefekküre hasretmiş büyük münevver olduğu için, başka hiçbir işle uğraşamaz. Üniversite profesörü, tam ve mahalli şahsiyet sahibi olmanın ve cemiyet içinde üstün insanlara mahsus bir hayat, seviye ve eda yaşatmanın bütün mükellefiyet ve icaplarını ifade edecektir.”(3)
Osmanlı’da vakıf sistemi esas alınarak açılan okullar parasız eğitim veriyordu. Ancak Osmanlının son dönemiyle birlikte (batılılaşmayla paralel giden eğitimde yabancılaşmanın başlangıcı olan Tanzimat Fermanı ile birlikte) vakıf gelirleri azaldığı için eğitim devlet için bütçeye büyük bir yük oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim masraflarını karşılama adı altında halktan “Masarifi Mecbure” vergisi toplanır. Ancak halk buna ilgisiz kalır ve karşı çıkar. 1927’de okul masrafları kazanç, yol ve arazi vergilerine yapılan eklemelerle gizlenerek halkın direnci ortadan kaldırılır. İleriki safhalarda sanat okullarında üretilenin satılması, özel idarelerin desteklemesi ile bütçeye katkı sağlanmıştır. Günümüzde ise harç, eğitime katkı payı, bağış adı altında eğitim giderleri velilerin sırtına yüklenmiştir. 8 yıllık kesintisiz eğitim hikayesi ile çeşitli eşya ve iş takiplerinde %2’den başlayan %18’e varan eğitime katkı payı(vergisi) alınmaktadır.
Başyücelik Devletinin teklifi bu açıdan mühimdir. “Üniversitelerimizdeki tedrisat tamamen parasız olacak ve yeni eski misallerde görüldüğü gibi “derslere devam harcı”, “kayıt harcı”, “imtihan harcı” vesaire namiyle talebeden alınan güya harç ve haraçlara paydos denilecektir. Böylece sırf gelir menbaı olsun diye sınıflara yığılan binlerce talebenin maddi ve manevi felaketi önlenmiş olurken, yine gelir kaynağı teşkil etsin diye başvurulan hatta profesörlerin cebine kadar para intikal ettiren, talebeyi haksızca çaktırma ve sınıfta bırakma şekavetinin önüne geçilecektir.”(4)
Eğitim harcamaları söz konusu olduğunda birçok OECD ülkesi içinde eğitime ayırdığı kaynak eğitime verdiği önem bakımından GSMH’nın %2.5 ile en sonlarda gelmektedir. Diğer ülkelerde T.C’nin ayırdığı miktarın 2-3 katı kaynak tahsis edilebilmektedir.
Günümüz eğitim sistemi tam bir keşmekeş içindedir. Tevhidi tedrisat kanunu rafa kalkmış ya da sadece İmam Hatip Liseleri ve Kuran Kursları için kullanılır olmuştur. Özel yabancı okullar, Adalardaki papaz okulları, özel ilkokul ve liseler, Vakıf Üniversiteleri, birbirine karıştırılmış haliyle Süper liseler ve normal liseler, Anadolu liseleri, Fen liseleri, Meslek liseleri, normal liseyle hiçbir farkı olmayan işlevsiz ve amacına yabancılaşmış Sağlık Meslek liseleri ve Öğretmen liseleri, Endüstri Meslek Liseleri, Çıraklık Eğitim Merkezleri, Halk Eğitim Merkezleri, üniversitelere girmek için düzenlenen sınavın(ÖSS) elemede kullandığı usul ve elediği milyonlar ve bundan öte dershaneler Türk Milli eğitim sisteminin karmaşıklığını göstermeye yeterde artar da. Okul yapamıyor, güvenlik sağlayamıyor taşımalı eğitim adı altında 6-12 yaşları arası çocuklar oradan oraya taşınıyor. Öğretmen eğitemiyor, eğittiği öğretmen yeterli gelmiyor. En basitinden Sınıf öğretmenliğinde yüz binlere varan ihtiyaç ancak yılda beşbin öğretmen yetiştirilerek kapatılmaya çalışıyor. Bu mevzuya dair kısa bir tarih gezintisi yaptığımızda ortaya çıkan Cumhuriyet öncesi dönemden devralınan 7'si kız 13'ü erkek olmak üzere 20 Öğretmen Okulu çeşitli evrelerden geçerek ve sayılarını 1974-75 öğretim yılında 89’a çıkararak Cumhuriyetin ilk 50 yılında ilkokulların temel öğretmen ihtiyacını sağlamaya çalışmışlardır. 1940 yılında 3803 sayılı kanunla köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla ilköğretim üzerine beş yıl eğitim veren Köy Enstitüleri kurulmuş, 1953 yılında kapatılmış ve 6 yıllık İlköğretmen Okulu adı altında yeniden düzenlenmiştir. Sonraları bu okullarda öğretmen yetiştirme, işlevini yitirmiş ve yerlerine çoğu eski ilköğretmen okulu binalarında olmak üzere lise üstü iki yıllık Eğitim Enstitüleri açılmıştı. Yeni kurulan iki yıllık Eğitim Enstitülerinin sayısı 1976 yılında 50'ye ulaşmış ancak “teknik eğitime geçiş” gerekçesiyle 1980 yılına kadar bunlardan 30 tanesi kapatılmıştır. Eğitim sistemini Hallaç pamuğuna çeviren batılı ve batıcılar Eğitim Enstitüleri vasıtasıyla 1975-1980 yılları arasında öğretmen ihtiyacını, siyasi olaylar ve baskılar sonucu "hızlandırılmış eğitim" yoluyla sağlamaya çalışmışlardır. 45 günlük eğitimle binlerce insan öğretmen olarak sınıflara sokulmuşlardır. Böyle bir şey sadece T.C’de mevcuttur. Bu arada hiçbir mesleğin vekili yokken öğretmenliğin vardır. Vekaleten doktor, vekaleten hakim, vekaleten polis duyulmuş değil, Ama vekaleten öğretmenlik mevcut. Kemalistler doğuyu (İslam ve Asya kültürünü) reddettikleri için ne doğulu kalabilmişler, batıyı tam anlayamadıkları ve prototip olarak millete benimsetemedikleri içinde batılı da olamamışlardır. Dolayısıyla ortaya bir eğitim tarzı koymalarına rağmen bu ne doğu ne de batılı idi. Nidüğü belirsiz bir karmaşadan ibaretti. Eğitimde usul-tarz insani oluş açısından eğitimi verilecek olan şeyden öncelikli öneme sahiptir. Çünkü “Eğitim tarzının insan etkisi, toprağın ve tarım tarzının bir bitkiye etkisiyle karşılaştırılabilir: Örneğin <çuha çiçeği, fidandan yetiştirilirse, aynı renkte olan çiçekler elde edilir; halbuki bu bitki, kendi tohumundan yetiştirilirse, birbirinden çok farklı renkte çiçekler açar. Gerçi doğa ona asıl “gelişme çekirdeği”ni tohumla birlikte vermiştir. Fakat bu çekirdeğin gelişmesinde bitkinin alacağı renkler, ona uygulanacak tarım tarzına göre değişir. İşte aynı şey insan dünyasında da olup bitmektedir.”(5)
Siyasi arenadaki her kadro değişimi eğitim programının da baştan sona yeniden değişmesi demekti. Sosyal olaylardaki her batılılaşma karşıtı hareket ve oluş, yükselen değer haline dönüşünce eğitim baskı unsuru ve aracı olarak yeniden düzenlenir oldu. Öğrenciye kazandırılacak davranışlar İslam’a dayalı kültürlerden alınır ama asla İslam’a yer verilmez. Parça parça hakikatlerle kendi rengini ve fikrini oluşturmaya çalışır. Pozitivist bir eğitim anlayışı sunar. Ama uygulama, marksist, islamcı, liberal düşünceler arasında gerçekleşir. Sinemadan müziğe, edebiyattan felsefeye kemalist ve batıcı olarak bilinen tek bir adet bile ilim otoritelerince makbul görmüş eser, icad, teklif yoktur. Yer yer kendinden zuhur ederek çeşitli buluş ve esere imza atmış halktan birileri ise bu eğitim siteminde yetişmiş, hadımlaşmış öğretim üyeleri doktorları, mühendisleri tarafından ya aşağılanmış ya da hor görülmüştür. Misalleri sayısızdır. Ki zakkum ağacından kansere ilaç yaban adama karşı girişilen linç harekatını hatırlayın. Adam şimdi Amerika’dan aldı patentini. Ki sadece bunlar değil binlercesi mevcut. Sömürge ülkelerin genel karakteristiğidir bu. Sömürgecinin kendi dışında gerçekleşecek, kendi imzasını taşımayacak her iş ve oluş yerli işbirlikçileri ve tetikçileri vasıtasıyla ademe mahkum edilir, küçük düşürülür, boğulur.
Sömürge eğitimden tek kurtuluş yolu vardır o da Başyücelik Devleti’nin ‘Hepçi ve İnsan Merkezli” eğitim sistemine geçmektir. Bu eğitim siteminde temel prensip “Keyfiyetçilik ve Şahsiyetçilik”tir. “Nabzında, maddi ve manevi her verimin ana cevherine nüfuz etmek kaygısı çarpan keyfiyetçilik, her şeyin, saf halis, gerçek ve daimi cephesini arar; ve saflık, halislik, hakikilik ve daimilik çizgilerinin kurduğu dört köşe çerçevededir ki keyfiyetin tecelli planını bulur. Ruhçuluk, ahlâkçılık, milliyetçilik cemiyetçilik nizamcılık, müdahalecilik, sermaye ve mülkiyette tedbircilik diye isimlendirdiğimiz dokuz ölçüden her biri, her birine bağlı olduğu gibi, keyfiyetçiliğimiz de ölçülerimizden teker teker hepsine ve hususiyle şahsiyetçiliğimize ilişik.”(6)
Bu mânâ çerçevesinde dikkate alınacak bir başka hakikat de şudur: “Yeni yetişen nesillerin, henüz görüş tarzı yoktur. Onlara belli bir görüş tarzı ve bunu yöneten bir değer duygusu kazandırmak gerekir. Fakat bunu sağlayacak olan eğitim sistemi, bu değer-gruplarından yalnız birisine değil; her iki değer grubunun birliğine dayanmalıdır. Çünkü hakiki bir gelişme, ancak her iki değer-grubunun hesaba katılmasıyla gerçeklik kazanabilir. Örneğin sadece maddi değerler, araç-değerler, aşırı bir materyalizmin temel atmasına neden olur; sadece yüksek değerlere, ideallere yönelen bir kuşağın ayakları bu dünyaya basmaz; havada kalır. Üstelik gerçek hayat böyle bir eğitim sistemini yalanlar. Bu nedenle eğitim, hem maddi, hem de ideal etkenleri hesaba katmalıdır.” (7) İyi, doğru ve güzeli insana keyfiyet belirtici tarzda mal etmek ve çirkin, kötü, ahlâki olmayan ne varsa varlığını muhafaza edip insanı ondan uzak tutmak. “Çirkin ve kötü ayırdedici vasıftır. Ayırdedici vasıf; ölçüler zinciridir.” Bu çerçevede “Her şey zıddıyle kaim” ölçüsü hatırlanmalı.
Eğitimde eşitlik denilince tarafımızca anlaşılan, devletin sunduğu imkanlardan herkesin yararlanması mânâsınadır. Yoksa herkes istidat ve yeteneğine bakmadan rastgele eğitime tabi tutulmaz ve bu hakkı talep edemez. Bu mânâ çerçevesinde T.C’deki eğitim eşitliği; sunulan imkanların herkese hitap etmemesi, varlıklı ailelerin batıda ve şehirli olan çocukların daha iyi okullarda okuduğu bozuk bir düzen şeklinde görünüyor. Özel İlkokul, Özel Lise ve Dershaneler şeklinde beliren ve tamamen varlıklı kesime hitap eden okullar iki kesimi kılıçla kesilmiş gibi birbirinden ayırıyor. Varlıklı kişinin çocuğu aldığı eğitim ve özel öğretmen veya dershaneler sayesinde daha sosyal kurumların en üst kesiminde görev alacak niteliklere kavuşuyor ve kendini mevcut varlık sınıfın dışına çıkarmıyor. Varlıklı ailelerin, imtiyazlı sınıfların elde ettiği bu hak, öğrenciye daha fazla hürriyet ve teşebbüs imkanı sağlamakta ve öğrenciyi öğrenme süreci boyunca aktif kılmaktadır. Bu durum sıradan okullarda, ekonomik zorluklar içinde okuyan öğrenci için çok farklıdır. O eğitimde yeterli araçtan yararlanamıyor, teknolojik oluşumlara kapalı kalıyor, ders içerisinde kendini aktifleştirecek ortamı bulamıyor ekonomik sıkıntıların getirdiği yeni sorumluluklar derse ilgisini dağıtıyor ve bulunduğu alt grub mesleklerinin dışında meslek edinemiyor. Sistem kısmen buna parasız yatılı, burslu öğretim şeklinde önlem almaya çalışmışsa da talep-arz dengesi içinde bu okullara gidenlerin sayısı 3-5 kişiyi geçmemiştir. Sadece bu yönde bir eşitsizlik yoktur. Öğretmenlerin paylaşımında batıdan doğuya, şehirden kırsala, özelden resmiye doğru bir kalite kaybı vardır. Batıda her branşta ayrı ayrı öğretmen (aynı zamanda tecrübeli) varken bu yukarıda bahsettiğimiz sıralama üzerinde gittikçe azalır ve düşer. Ankara ve Hakkari örnekleri üzerinde durursak, Ankara merkezdeki öğretmen ile Ankara merkezinde özel okuldaki bir öğretmen arasında ki fark, biri nitelik ve üretim açısından tercih sebebi, diğeri sıradan; Ankara köyü ile merkezinde de aynı ilişki mevcut. Bu paylaşımda en büyük adaletsizlik doğu ile batı arasındadır. Hakkari’de merkezde lisede öğretmen sıkıntıları had safhadayken Ankara’da yığılmalar mevcuttur. Hakkari’de köyler öğretmen yüzü görmezken (ki mevcut olanlar yeni ve tecrübesiz olanlardır) Ankara’da köyler öğretmen doludur. Sınıfların kalabalıklığı, kullanılan araçların nitelik ve sayısı, gelir düzeylerinin düşüklüğü yüzünden eğitim için arzu edilen kitap, kalem, defter vb ihtiyaçların karşılanamayışı mevcut eşitsizliğin çeşitli yönlerini göstermektedir.
Eğitim planı ile iktisadi ve sosyal kalkınma planları ayrı düşünülemez. Ancak Türk milli eğitim sistemi bu özelliği hep arka planda tutmuştur. Üniversitelere baktığınızda bu mânâda hedeflenen bir program olmadığı görünür. Tıp, eğitim, teknik uzmanlık alanlarında ihtiyaç had safhada olmasına ve iktisat, maliye, ziraat gibi alanlarda ise ihtiyaç fazlası eğitim yapılmasına rağmen T.C bu yönde hiçbir önlem almamış ve almamaktadır. Ülkenin doktora ve nitelikli eğitimciye ihtiyacı önemsenmemiş, milyonlara varan gencin emeği, zihni aktivitesi istismar edilmiştir. Eğitimde yabancılaşma burada, kendini eğitim ve öğretimi yapılacak bölümlere yasak ve sınırlama getirecek kadar ileri noktadadır. Yukarıda değindiğimiz sömürü, üretim mekanizmalarının ele geçirilmesi ile sınırlı olmayıp, üretici zekaya sahip zihinlerin devşirilmesi şeklinde de (Amerika’da ihtisas, yüksek ücretlerle yabancı şirketlerde görev alış vb) kendini göstermiştir. Son yüz elli yıldır yaşanan batıda eğitim ve çalışma ile ortaya çıkan sonucu önceki paragraflarda “yabancılaşma ve ihanet” şeklinde işaretlemiştik.
Dünya Bankası destekli, “eğitimde teknoloji kullanımı” şeklinde son on yıldır uygulan bir program var. Eğitimli kullanıcı ve teknik servis yetersizliğine rağmen, tv, video, bilgisayar, projeksiyon aletleri sayıları on binleri aşacak şekilde eğitim kurumlarına alındı. Mevcut aletlerin benzerlerinin ve belki de daha gelişmişlerini, askeriye, hastahane ve emniyet gibi kurumlara alındığı da düşünüldüğünde ülke gelirlerinin nerelere hangi şartlarda peşkeş çekildiği görülür. Eğitim sistemi bir çiviyi bile üretecek adam eğitememektedir. Az buçuk istidatlı kafaları ise kendileri gibi hadım etmektedirler. Bu hadımlaştırma en çok üniversitede yürütülmektedir. Baskı, aşağılama ve korkutma bu hadımlaştırmanın başlıca metodudur. Gerçi bu ta ilköğretimden başlamakta ve tüm halkı kuşatmaktadır. Şöyle ki: İlköğretimden başlayan dayak, tehdit faslı, lisede şiddete dönen tepki, okuldan atılmak ve sınıfta kalmak gibi kaygılar, polisle tanışmak ve öfkesini ya yutarak ya da tepkisini derinleştirerek şahsiyet erozyonuna uğramak ilk-lise eğitimi boyunca yaşanan şeyler. Vatandaş askere gidince bir başka sıkıntı, memur olunca bir başka sıkıntı. Temelde gerçekleşen şey hadımlaşma, dumura uğrama. Kişilik yok, şahsiyet yok. Sağlıklı düşünme fonksiyonundan mahrum bir mantık ve anlayış. Doğru ve yanlış artık hakim unsurun sesine bağlı.
Üniversitelerde idare ve yönetim YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) kontrolünde sağlanıyor. Görünürde bir muhtariyet mevcut ama hakikatte müthiş bir hiyerarşik baskı var. Yönetimdeki kadroyu siyasi konjüktör belirliyor, göstermelik bir seçim sonunda belirlenen üç adayın arasından aldığı oya bakılmaksızın biri rektör olarak seçiliyor. Liyakat sahibi olmayan ve yaşça verimli çağlarını geride bırakmış bu zatlar ilim ve fen müessesinde baş olabiliyorlar. Bunun ilköğretimde de, lisede de aynı olduğu gözlemlerimiz arasında. Dekanlar, bölüm başkanları, senatoyu oluşturan kurul batılılaşma-yabancılaşma fikrinin mahkumları halindedirler. Onları orada tutan zihniyet sömürgeci zihniyettir. Aksi bir durum içinde bulundukları halinde, bütün bunların aleyhlerine dönmesiyle sonuçlanır, bunu da göze alacak bir öğretim üyesi şimdilik görülmedi.
Eğitimdeki kara tablo 8 yıl yasası diye adlandırılan, sözde eğitimi sekiz yıl boyunca hedeflemeyi gaye edinen rejim, gizli ve açık gayesi ile tam bir fiyaskoya uğramıştır. Bu kanun ile Müslümanların çocuklarını İmam Hatip Liseleri ve Kur’an Kursları’ndan uzaklaştırmaya çalıştılar. Öğretmen ihtiyacı ayyuka çıkmış, binlerce öğrencinin taşımalı eğitimde ölümüne sebep olunmuş, yine binlercesi milyarlarca para cezasına çarptırmış, kolluk kuvvetlerini köylü-şehirli binlerce fakir fukaranın üstüne salmış ve mağdur etmiştir.
Kemalist eğitim sonucu oluşan fert ve topluma baktığımızda gördüğümüz şey gazete yaprakları arasında artık sıradanlaşmış ve alışılmış şeylerdir. Fert ve cemiyet ruhi muvazenesini kaybetmiş, ahlâki hiçbir kaygı taşımamakta, insani hal ve davranışlara tam zıt, hayvanları dahi kıskandıracak bir oluş içinde yaşamaktadırlar. Misallendirecek olursak:
“Ekonominin ters tepelek oluşu. Krizin kezzaplaması travestiliği patlattı. Yani bir anlamda kriz travestilerini yarattı. İşte kanıtı. Türkiye’nin gözbebeği İstanbul. İstanbul’un merkezi Taksim. Ve Taksim’in orta yerinde ise hafta sonu günlerin sabahında 3 saatliğine kurulup dağılan ‘dönme pazarı.’ Herşey gün gibi aşikar, ortada, göz önünde oluyor bitiyor. Ne ‘ne yapıyorsunuz?’ diyen var, ne hesap soran.
Sabah saat 05.30’da açılan bu dönme pazarı 08.30’a dek sürüyor. Alan alıyor, satan satıyor, kimseden de gık çıkmıyor. Çünkü polis de bıktı, esnaf da. Çünkü yirmisini toplasan, ertesi gün 30 tane yenisi geliyor. Çünkü travestilik krize endekslendi. Sokak fuhuşunun, yükselen değeri haline gelen travestilik büyük bir rant kapısına dönüşünce pala bıyıklı, dev cüsseli bazı ‘delikanlı’lar bile para kapmak için ‘dönüverdi.’ (Akşam 25.01.2001)
Okullara cinsellik dersi konuyor, kız ve erkekler ayrı sınıfta ders görecek
Okullarda cinsel eğitime başlayan Milli Eğitim Bakanlığı, Çocuklara anlatılan leylek hikayesine de son veriyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nca, Procter and Gamble ve Toprak Ilaç San. A.S’nin işbirliği ile gençlere yönelik ‘Ergenlik Dönemi Değişim Projesi’ başlatılıyor. Pilot okullarda başlanacak olan proje çerçevesinde öğrencilere ergenlik dönemi, üreme sistemleri, cinsel yolla bulasan hastalıklar, madde bağımlılığı ve zararlı alışkanlıklar konusunda eğitim verilecek. 2000-2003 yıllarında 81 ili kapsayan projenin pilot uygulaması bu yıl İstanbul’daki okullarda ikinci dönemde başlayacak ve burada alınan sonuçlara göre proje diğer illere yaygınlaştırılacak Projenin hedef kitlesi ilkögretim 6., 7., 8. Sınıfta okuyan gençler, aileler ve öğretmenler olacak. Eyüboğlu Koleji’nde yapılan proje tanıtım toplantısında, tüm Türkiye’yi kapsayacak projenin amacı şöyle açıklandı: “Öğrencilere, anne ve babalara, öğretmenlere; gençlerde ergenlik dönemine girerken meydana gelen bedensel, ruhsal ve sosyal değişimlerin neler olduğunun öğretilmesini, ergenlikten; genç yetişkinliğe geçerken karşılaşılan sorunların sağlıklı, mutlu yaşanarak aşılmasını ve böylece daha bilinçli bir toplum oluşmasını sağlamak.” Proje, ilköğretim okullarında bir saatlik ders dışı zorunlu etkinlik olarak uygulanacak. Kız ve erkek öğrenciler ayrı ayrı dersliklerde en fazla yüz kişilik gruplar halinde danışman öğretmenler tarafından eğitilecek. Eğitimde interaktif ders anlatım tekniği kullanılacak. Milli eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Necdet Özkaya, son günlerde gündeme gelen Satanist, Hizbullahçı ve PKK’lı gençlere değinerek, “Türkiye’deki her şey gençler üzerine oynanıyor. Gerekli eğitimi vermiş olsaydık simdi bu gençler olmazdı. Biz sadece sonuçları tartışıyoruz. Sağlıklı nesillerin yetişmesi için bu projeye herkes inansın. Bu projenin yüzde yüz başarıya ulaşmasını istiyorum” dedi.
Kitapta nelere yer veriliyor
Dersin takip edileceği “Ergenlik Döneminde Değişim Öğretmen Yardımcı Kitabi”’nda ergenlik dönemi ve cinsellikle ilgili tüm konulara yer veriliyor. Ergenlik çağındaki kız ve erkek çocuklardaki değişimlerin anlatıldığı kitapta, cinsel eğitim ayrı bir bölüm altında ele alınıyor. Cinsel eğitimin çok önemli olduğu ancak önemli bir kısmının sokakta gerçekleştiği vurgulanarak, bu eğitimde okul ve öğretmenin önemine dikkat çekiliyor. Öğretmenlere, “Öğrencilerinize eğitim verirken, yalnızca onlardaki eksik ve yanlış bilgileri düzeltmekle kalmayacak ayrıca konuyla ilgili olarak kendi düşünce ve inançlarınızı da yeniden gözden geçirme firsatını bulacaksınız” deniliyor. Üreme sistemleri ise şemalarla anlatılıyor Erkek ve kadın üreme sisteminin bölümleri açıklamalı bir şekilde anlatılırken, adet döngüsü de ayrıntılı olarak işleniyor. Kitapta yer alan tanımlardan bazı örnekler söyle: (Bundan sonrası iğrenç ve yazı olarak teşhire uygun olmayan ifadelerle dolu. S.K.) (Milliyet, Banu Şahin)

Dipnotlar:
1- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., İstanbul, s. 323
2- Sabri AKDENİZ, Eğitim Sosyolojisi, Marmara Ü. İlahiyat Fak. Yay., s. 232
3- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., İstanbul, s. 314
4- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, s. 315
5- Takiyyettin MENGÜŞOĞLU, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, s. 304
6- Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya Örgüsü, s. 352
7- Takiyyettin MENGÜŞOĞLU, Felsefeye Giriş, s. 304
Etiketler:
Gönderen admin 0 yorum
TANZİMAT DÖNEMİ EDEBİYATI

1860'tan sonra, İmparatorluğun siyasi ve sosyal durumunda mühim gelişmeler göze çarpar ve bunlar, tabiatıyla, edebiuyatın gelişmesine de kuvvetle tesir ederler.
Mustafa Reşid Paşa'nın 1858'de ölümünden sonra 1871 tarihine kadar devlet idaresine çoğu zaman elinde tutan ve karakteri bakımında çok tedbirli ve ihtiyatlı olan Ali Paşa, batılaşma hareketini temposunu da ağırlaştırır. Hareketin yürütülmesi ve sürekliliği bakımından burada dikket edillecek mühim bir nokta, çağdaşlaşmayı sıkı bir kontrol altında tutan politikacıların yanıbaşında, onu samimiyetle benimsemiş, tamamıyla idealist ve aydın bir neslin yetişmiş olmasıdır. Bazı şahsi ihtiras ve kuşguların tesiri ile batılılaşma hareketini geliştirmesi için politikacıların gösterdikleri yavaşlık karşısında, bu nesil II. Abdulhamit dönemine kadar, teşebbüsü elinde bırakmamıştır. Bölelikle batılılaşma, yalnız devlet tarafında yürütülen bir hareket olmaktan çıkararak, aydınların halka da mal etmeye çalıştıkları çok daha şuurlu ve kaplamlı bir duruma gelmiştir.
20 Haziran 1861 de Abdulmecid'in erken ölümü üzerine tahta geçen kardeşi Abdulaziz (1861-1876), ağbesi kadar kültürlü ve batı hayranını olmamakla beraber, ülkenin çağdaşlaşmasına karşıda değldi. Fakat oda, devletin yönetimi konusunda bütün yetkinin kendisinde toplanmasına, yani ozmanlı devlet gleneğinin devamına taraftardı ve bu geleneği sonuna kadar sürdürdü. Zaaten gülhane hatı ile devletçe tahhüt edilen hususlar, vertlerin abihak ve hüriyetlerini (Can, Mal ve namusun ) teminat altına alınması ve bunlarla ilgili işlemler ve kanunların hakim kılınması idi. Yani gülhane hattı, siyasi olmaktan çok hukiki bir belgeydi. Devlet başkan, bu belgeye göre, ozamana kadar kendisine ait bağzı yetkilerden kendi isteği vazgeçiyor, bu yetkileri kanunlara bırakıyor.
İdari alanda, şimdide yürürlükte olan ve fransa'dan alınmış bulunan sistem uygulanarak, vilayetler merkez olmak üzere, ilçe (kaza), bucak (nahiye) ve köylerdn oluşan yönetim üniteleri oluşturuldu. Adalet alanında, fertlerin haklarını batılı örnekteki kanunlara göre koruyan nizamiye mahkemeleri isimli yeni mahkemeler kuruldu (1868). Dini konulardaki davalara ise eskisi gibi, şer'iye mahkemeleri yani kadılar bakmakta idi. Huku alanında atılan yeni bir adımda, ozamana kadar yalnız şeriat esaslarına dayanan medeni hukukun günün şartlarına göre yeniden düzenlenmesidir. Bu düzenlenme görevi Ahmet Cevdet Paşa'ya verildi. Oda, hazırladığı mecalle (1868-1876, 16 cilt ) isimli ve islam hukunun günün şartaları ileuzlaştırılmasını şeklinde bir sentezi ürünü olan büyük eseri hazırlayarak (bir heyetin yardımı ile) bu görevi yerine getirmiş oldu.
II. Mahmut devrinde başlamış olan teşkiletı, Apdulaziz zamanında posta pulunun da kullanılmaya başlanılması (1862) ile, yeniden düzenlendi. 1863 de merkezi londrada bulunan bir bankanı istanbul şubesi olarak ve ingiliz fransız ortaklığı ile, ilk banka olan osmanlı bankası (bank-ı osmani şahane açıldı) aynı yıl tarım konusunda istanbulda ilk milletler arası bir sergide açıldı. Fakat batılaşmada en dikkate değer olay ilk defa bir olarak bir osmanlı padişahının yabancı ülkelere resmi ziyarette bulunmasıdır. 1867 yılı yazında pariste açılan büyük sergiyi ziyareti avrupanın başlıca devlet başkanları arasında Abdulaziz de davet edilmiş ve padişah fransa imparatoru III. Napolyonu misafiri olarak perise gitmiştir. Bu ziyaret sırasında ingiltere kral ilçesi viktoryanın yanında davetini kabul ederek londraya geçmiş ve dönüşünde de karayolu üzerinde de bulunan başka Avrrupa ülkelerinin ziyaretin, çagdaşlaşmanın lüzüm ve değeri bakımından padişah üzerinde fazla bir tesir yapmadığı, dönüşünden sonra bu konudaki çalışmaların geliştirilmesine veya hızlandırırılmasına tanık olunamamasından anlaşılmaktadır.
Abdülaziz'in on beş yıllık döneminden, hiçbir yabancı ülkeyle savaş yapılmadı. Devlet sadece iç isyanlarla uğraştı bir savaş çıkmaması bakımında Abdulaziz şanslı sayılır. Çünkü savaş çıkmış olsaydı modern silahlarla donattığı içim övündüğü ordusunun bu silahları gereği gibi kullanmasını bilmemesi yani eğitimsizliği yüzünde yenildiği görülecekti. Bunu yerine geçen yiğeni II. Abdulhamit gördü.
Tanzimât devrinde türl basının hizmeti ve sosyal alanlardaki çağdaşlaşmayayaptığı katkılarıyla bitmez . Bu genel çağdaşlaşma hareketi nin dışında kalamayacak olan türk edebiyatının doğulu yapıdan sıyrılarak batılı bir yapıya sahip olmasını da büyük yardımları dokunur. Bu değişmedeki örneklerde ozamanlar milletler arası kültür ve diplomasi alanlarında hakim dil olan fransızcadan gelir tanzimat devrinde batı edebiyatı demek fransız edebiyatı demektir. Bütün türler değil tanınan ve örnek alınan yazar ve şairler bu edebiyatın temsilcileridir. Gerek fransız edebiyatını tanıtan yazılar gerek yapılan tercümeler ve gerekse onu örnek olarak yapılan bütün denemeler bu devrim gazete ve dergilerinde yer almıştır. Bu bakımdan çağdaş bir türk edebiyatın kurulup geliştirilmesindeki büyük hizmetinin yanında bu devrim basımın türk edebiyatı tarihinde bu devrime ait araştırmalar içinde büyük değer taşımaktadır.
Tanzimât devrinde büyük çoğunluğunu edebiyatçıların oluşturduğu aydın nesille osmanlı devletinin devamını ve dolayısıyla onu kurmuş olan osmanlı oğulları hanedanı bu devletin başında kalmasını isterler. Çağdaş bir siyasi recim olarak sadece meşrutiyeti düşünmelerinin sebebide budur.İçlerinde yalnız sağı Ahmet Beyzade Mehmet ile Hüseyin vasfı paşa gibi bazıları cumhuriyet recimini ileriye sürerler.
Tanzimât bu iki görüşün yanında ancak birinci dünya bir savaşı yıllarında türkçülük adı ile kök salabilecek ve 1923 de milli bir devletin kurulmasını katkısı bulunacak olan milliyetci görüşün tohumlarıda atılmıştır. "Türk tarihinde Osmanlı devletinde çok önce başladı türklerin sadece osnalılardan ve türkçeninde sadece osmanlılarda ibaret olmadığı dünyada dağanık bir şekilde yaşamış ve yşayan ve tarih boyunca bir çok değişik bölgelerde ayrı ayrı devletler kurmuş olan bütün türklerin tek bir millet oldukarı" (Süleyman Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ali Suavi, Ahmet Mithat) görüşü ildefa tanzimat devrinde ortaya atılmış türk tarihi ve dili hakkındaki ilmi çalışmalarda bu devirde başlamıştı.
Tanzimât devrinde edbi çağdaşlaşmanın öncüsü olduğu kadar basın yoluyla yapılan demokratik yolunda öncüsü olan şinasi çok ihtiyatlı ve çekingen olması yüzünden ülkede görülmesi isteği çağdaş siyasi rejimin adını açıkca söylemeyerek " devletin halkın vekili olduğundan halkn bu sebeple devletin kendi adına vekil olarak yaptığı bütün işler hakkında kendi görüşünüde söylemek hakkına sahip bulunduğunda yani yönetime katılma yetkisini taşıdığında" söz eder. Bu sözlerin anlatmak istedileri yönetim şeklini resmini adını "meşrütiyet" olarak açıkca koyanlar yeni Osmanlı'lardır. Onlara bu rejim insanların medeni ve siyasi hak ve yetkilerini ağlayabilecek tek yoldur. Tanzimat edebiyatında en çok işlenen temalardan biri olan "hüriyet" kavramının altında da bu rejim vardır.
Asırlarca mutlakıyetçi bir yönetimden sonra Türkiye'de meşrutiyet yönetiminin kurullması, çağdaşlaşma yolunda, çok büyük bir olaydı.
Etiketler:

ECBanner bloggping TurkeyRank.Com - Pagerank Servisi pagerankonline.de - Pagerank Anzeige ohne Toolbar On our way to 1,000,000 rss feeds - millionrss.com
Seo Memurvadisi Backlink Austausch ECBannerFree Automatic Backlinks Free Automatic Backlinks Free Automatic BacklinksFree Automatic Backlinks Free Automatic BacklinksFree Automatic Backlinks
Bu sitedeki yazılar telif hakkları göz önüne alınarak yayınlanmaktadır. Kaynak göstermeksizin Tamamı veya Bir Kısmının KOPYALANMASI YASAKTIR. yayınlanan bu makale ve eserlerin hak sahipleri herhangibir nedenle telif hakkı idda ederlerse ve bizce uygun görülmesi halinde (gerçeklik esası olması dahilinde) bize lütfen mail atsınlar (ozkan@mail.nu) en kısa sürede eserleriniz sitemizden kaldırlır. © 2008 www.odeveson.blogspot.com